20 Eylül 2022 Salı

Okumayın Beni Size Yalan Söyledim

 


Eğer kâğıda uzanabilseydim, size bir mektup daha yazacak ve beni neden okumamanız gerektiğini anlatacaktım. Ama eylül çoktan gitti ve dostu ekime, uzaktan ıslık çalıyor. “Hadisene be,” diyor. “Şişt sarı, yürü!’ diyor. Ağzı bozuk eylülün, yazdan kalma bir rehavet.

Sonbahardan ve gözlerimi kör eden bu yapraklardan kurtulabilseydim size bu mektubu yazacak ve ‘şiirimden uzak durun!’ diyecektim. Eskiden beri bilirim; “Dokunabilir ve sessiz olmalı şiir yuvarlak bir meyve gibi.” Oysa benim şiirim lirik soprano, üstüne basılmış bir muz kabuğu gibi. Ne yuvarlak ne meyve. Görmeden okur, basarsanız kelimelerime kayar gidersiniz. Çünkü o bir kabuk. Yangınlardan ve reçine kanallar kazıp çıktığım istilalardan kalma bir yaranın kabuğu. Annem üflerken, babam tentürdiyot sürerken.

Bilirim “Yosun tutmuş pencere pervazındaki aşınmış taş gibi suskun - Kuşların uçuşu gibi sözsüz olmalı şiir.” Oysa benim martılarım var. Çığlık çığlığa bağıran yeri göğü köpük ve kanat yapan martılar. Peşimi bırakmayan nereye gidersem gideyim, arkamdan saçlarıma takılan. Size adadan bahsedebilseydim şayet çam limanından ve kafamdaki terk-i dünyadan, o zaman görürdünüz şehir nerede, siz neredesiniz.  Ama siz adımınızı atar, beni okur ve o vapura binerseniz, bir martı olarak geri dönersiniz. Çünkü vapur uzaklaştıkça şehir küçülür, yakınlaştıkça büyür. O şehirden ne zaman ayrılsam bende her şey büyür.

Martılardan, adadan ve vapurdan söz edebilseydim, size denizi de anlatırdım. O fırtınayı. Bir o yana bir bu yana savrulan italik adımlarımı. Ve lodostan arta kalan kafiyesiz tuzlu dudaklarımı. Yutarak dalgaları kıyıya yanaşır, suni olmayan bir teneffüsle karşılardım sizi karada. Çünkü öyle çok deniz var ki içimde can yeleklerim paramparça.

Gemiler var büyük, adalar var kıpırtısız, aşk da var tadı tuz. Kim bilir belki size o denizciden de bahsederdim. Avutuşlarında kayıp, kıyısında ayıp, gezdiğim koyunda. Ama anlatamam çünkü bilirim. “Gerçeğe eşit olmalı şiir: Gerçeğin kendisi değil.”

Farz edelim ki ben yazdım bu mektubu tüm gerçekliğe inat. O zaman bastırın teninize, şiirden bir merhem. Yaranızım sizin, okumayın beni.

Bakmayın siz gün gelir ve gün gider, değişiverir mevsim.  Göğe kokar ıhlamur, toprakta kavuşur yağmur  “Kış yapraklarının gerisinde anı anı bellekte kalır ya” bilirim “Zamanda kımıltısız olmalı şiir” okumayın beni size yalan söyledim. Ben aslında kışı severim.

Candan Selman


12 Eylül 2022 Pazartesi

"Nöbet Çiçeği" romanından / Candan Selman

 


“Şarkı bitince herkes kendi içine döner

Sessizliği bozacak yeni bir sokak arardı.

Yalnızlığı bazalı, yastığı mimozalı gecelerde

Her şey ansızın kendine sönerdi.

Metrodaki keman sesi

Masadaki hardaldı.

Yokluğu fark yaratmaz, varlığı anlamdı.

Öyle bir çiçek

Kendi yeşil, aklı pembe

Kuytuyu sever

Penceremde görünmez bir yerde.

Bir tohum ki göğe taşmış

Geceyle dost, saçlarımda lodos

Ben uyurken

Nöbet çiçeğim aşktan açmış.”

  “Ne oldu? Ben şiir bilemez miyim? Nöbet Çiçeği… Nüvit’in en sevdiğim şiiri. Vahe babam tanırdı Nüvit Alkan’ı. Sadece onu değil, sanat camiasından pek çok tanıdığı insan vardı. Ressamlar, şairler, müzisyenler. Şişli’deki evi hafta sonları dolup taşardı. Rakı sofraları kurulur, sabahlara kadar sohbetler edilirdi. Annesi rahmetli eski tiyatrocuymuş. Babası da modacı. Zamanında bütün sanatçıları o giydirmiş. Vahe babam da güzel sanatlarda resim okumuş aslında. Ama ticareti seven bir adam, resim para kazandırmıyor o dönem.  Hoş bu dönem de kazandırmıyor ya neyse. Ticaret adamı olmuş ama sanatçılardan da uzak kalamamış. Evinin kapısı herkese açıktı. Odanın birinde mutlaka o dönem yatılı kalan biri olurdu. Ya evinden kovulmuş bir şair, ya eşinde kaçmış bir ressam ya da o ay kirayı denkleştirememiş bir yazar. Sabahlara kadar memleketin hali ve sanatın durumu konuşulur, varoluşsal sancılara çözümler üretilirdi. Şarkılara şiirlerle eşlik edilir, doğan gün uykulu gözlerle karşılanırdı. Yirmi yaşında falandım, ilk kez evine gittiğimde. Sudan çıkmış balık gibiydim. Yani bizim evimizde de yenilir, içilir, sazlı sözlü sohbetler edilirdi ama buradaki gibi değil. Bu başkaydı. Herkes kitap gibi konuşuyordu. Kadınlar yerinden kalkmıyordu. Tabağa boşalan kendi kalkıp dolduruyordu. Kavga eder gibi her konuyu bağıra çağıra konuşuyordu herkes. Kadınlar erkekler bir an geliyor birbirlerine girecekler zannediyorum sonra birden bir kahkaha patlıyor, ben espriyi anlayamadan herkes birden kendi sakinliğine geri dönüyordu. Bilmediğim şarkılar söyleniyor, etrafta daha önce hiç duymadığım isimler dolanıyor ve kitaplar ve kitaplar konuşuluyordu. Gözlerim parıldadı. O güne kadar hiç parıldamadığı gibi parıldadı. Sanatçı değildim, öyle bir yeteneğim yoktu. Onlar gibi olamazdım. Vahe babama baktım. Ama onun gibi olabilirdim. Konuşulanlardan anlayan, softasını güzel insanlarla paylaşan bir adam olabilirdim. Benim de yerinden kalkmayan, benimle kavga eder gibi tartışabilen ama sonra kahkahasıyla sakinleşen bir kadınım olabilirdi. Karım değil, bir kadınım olabilirdi. Ve sanırım başardım bunu. Şu an bu evin anahtarına sahibim. Bir insanın anahtarına sahibim, bir kapının değil.

Şu tabloya bakın Marc Chagall’ın Doğum günü tablosu. Bu tabloyu Ayten’e ben aldım. Doğum günümde. Evet yanlış duymadığınız kendi doğum günümde aldım. Öyle doğum günü falan seven bir insan değilim. Annemi babamı da sevmem. Doğduğum günü hatırlamıyorum elbette ama hatırlayabilecek olsam, hatırlamak istemem. Ama o gün tütün almaya benim işyerinin yanındaki eski bir pasaja girdim. Daha önce dikkatimi çekmemişti. Ayten’den önce yani böyle şeyler dikkatimi çekmezdi. Kitaptı, resimdi, heykeldi falan. Tam çıkacağım pasajdan, küçücük bir dükkân var resim mesim satıyor. Gözüme çarptı bu tablo. Kadını nedense Ayten’e benzettim galiba. Ya da bu eve. Baktım altında ‘birthday’ yazıyor. Çok şaşırdım. O gün doğum günümdü. Ben bile unutmuştum. O tablo bana günün tarihini ve önemini hatırlattı. İçeri girip hemen satın aldım. Ama kendi evime asmak beni hüzünlendirecekti. Hemen Ayten’i aradım. Günlerden perşembeydi, hani normalde adada olmaz, cumadan gider adaya. ‘Neredesin?’ dedim ‘Evdeyim, adada.’ dedi. Şaşırdım, meğer dersi yokmuş o hafta erkenden gitmiş. ‘İyi dedim, geliyorum akşam sekiz vapuruyla, evde ol,’ dedim. ‘Tamam,’ dedi. Elimde tabloyla kapıdan girince şaşırdı. O güne kadar ona bir hediye almamıştım. ‘Bugün benim doğum günüm de,’ dedim. ‘Sana bir doğum günü tablosu almak istedim,’dedim. Şaşırdı, gözlerinin içi öyle bir parladı ki yıldızlar sönük kalır. Ayaklarım yerden kesildi, bu tablodaki adam gibi. Diyeceğim o ki, hiçbir şeyi zorlama hayatta. Akışına bırak. Hayat çıkaracaksa çıkarır karşına, önüne bir tabloyu getirir koyar. Hem kendi doğumunu hatırlarsın, hem de bir aşkı doğurursun.”


Candan Selman

Nöbet Çiçeği 

 

“Palyaço Söyledi Ben Yazdım”

  Pek çok kültürde eğlence figürü olarak kabul edilen palyaçolar, maskelerinin altına sakladığı yüzlerinden olsa gerek, komik oldukları kada...