“Yıllardır ki bir
kılıcım kapalı kında,
Kimsesizlik dört
yanımda bir duvar gibi;
Muzdaribim bu duvarın
dış tarafında,
Şefkatine inandığım
biri var gibi.”
Kimsesizlik/ Kemalettin
Kamu
Tom
Sawyer’dan Oliver Twist’e, Jane Eyre’den Çalıkuşu Feride’ye kadar edebiyat
tarihi annesiz babasız kahramanlarla dolu. Yaşayacak huzur dolu bir evi,
kendisine şefkat gösterecek bir ailesi olmayan karakterler romanlarda ve
öykülerde dünyayı bir ev olarak algılarlar. Kendisini kontrol altında
hissetmeyen, hiçbir yere yürekten bağlı olmayan bu kahramanlar tamamen özgür bir
ruhla maceradan maceraya atılır, kendilerinden başka kaybedecek bir şeyleri
olmadığı için korkusuzca hamleler yaparlar. Erenköy Kozyatağı'nda Besime
teyzesinin yanında kalan Feride ile Missouri Mississippi Nehri kenarında Polly
teyzesiyle yaşayan Tom Sawyer aslında birbirinden çok da farklı karakterler
değildir. Ele avuca sığmayan Tom gibi, Feride de yaramazlıkları yüzünden
çevresindekileri bezdirmiş hatta bu sebepten ‘Çalıkuşu’ lakabını almıştır.
Günümüz edebiyatının en popüler öksüz
karakteri şüphesiz ki büyücü dünyasının gözde çocuğu; Harry Potter. Küçük yaşta
öksüz kalan Harry de tıpkı Tom ve Feride gibi hiç sevmediği Petunia teyzesinin
evinde Vernon eniştesi ve anlaşamadığı kuzeni Dudley’le birlikte yaşamak
zorundadır. On bir yaşına bastığında bu küçük dünyadan kurtulacak ve bir büyücü
olduğunu öğrenip yedi yıl boyunca okuyacağı Hogwarts Cadılık ve Büyücülük
Okulu'na doğru yol alacaktır. Tıpkı diğer öksüz kahramanlar gibi Harry de
korkusuz, ayakları yere sağlam basan, kendi kararını kendi verebilen bir
karakterdir. Ruh Emiciler, ölümcül büyüler, karanlık yaratıklar ve en önemlisi de
anne ve babasının ölümünden sorumlu Lord
Voldemort’la (Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen) savaşacak yetide
olan Harry dünya çapında her yaştan okurun ilgisini çekmiştir. Tıpkı Harry gibi
Lord Voldemort da bir öksüzdür. Londra'daki bir yetimhânede dünyaya gelen Tom
Marvolo Riddle ya da nam-ı diğer Lord Voldemort hayatının ilk 11 yılını bu
yetimhanede geçirir. Harry’nin aksine Lord Voldemort tüm zamanların en korkunç
ve kötü büyücüsü haline dönüşmüştür. Yedi ciltlik roman serisinde J.K.Rowling öksüz
iki karakteri iyi ve kötü olarak romanın merkezine yerleştirmiş, çevresel
faktörlerin bir çocuğun gelişiminde oynadığı rolün altını çizmiştir.
Bir okur bundan daha fazlasını
isteyemez zaten. Soluk soluğa okuyacağı bir hikâye ancak özgür bir karakterle
mümkündür. Okur; annesiz ve babasız kalmış, hayatta tek başına mücadele veren bir
çocuğu kendi çocuğu gibi sahiplenir. Çizgi kahraman Heidi’yi de sevişimiz bu
yüzden değil midir? Heidi kimsesiz kalıp, sert mizaçlı dedesinin yanına
sığınmasa, Alplerde anne ve babasıyla yaşayan mutlu bir çocuk olsa sanırım
hiçbirimiz onu bu denli sevmez, ona şefkat duymazdık. Öksüz bir çocuk,
hepimizin çocuğu haline geliyor, okurken karaktere sahip çıkıyor, onunla hop
oturup, hop kalkıyoruz. Yazarlar da anne
babası olmayan bir çocuğa hem dört elden sahip çıkıyor hem de onları istediği
gibi kötülüğün ortasına bırakabiliyor. Şayet Charles Dickens, Oliver’e bir anne
baba yazsaydı onu Londra’nın pis sokaklarında yankesici çocukların ve korkutucu
Fagin’in yanına yollayamazdı. Mark Twain, Tom Sawyer’i eğitimli bir anne
babanın çocuğu yapsa bütün gün balık tutup, tütün çiğneyen Huckleberry Finn’le
takılması için izin koparamazdı.
“Tüm zamanların en
iyisiydi, belki de en kötüsü de... Bilgeliğin çağıydı. Aptallığın çağıydı,
inançların dönemiydi,
inançsızlığın da. Mevsim aydınlığın mevsimiydi, belki de karanlığın...
Umut'un baharını,
umutsuzluğun kışını yaşıyordu. Her şey geleceğindi. Gelecek hiçlikti aslında.
Hepimiz cennete
gidiyorduk; ya da tersine, cehenneme.”
Bu satırlarla başlıyor İngiliz
Edebiyatının en güçlü kalemlerinden Charles Dickens’ın anlattığı İki Şehrin
Hikayesi. 1812-1870 yılları arasında yaşayan Dickens, Victoria Devri’nde
yaşamış ve bu parlak ve bir o kadar da karanlık dönemin olumsuz koşullarını
romanlarında aktarmıştır.
1837 ile 1901 yılları arasında
yaşanan Viktoria Dönemi adını Kraliçe Victoria'dan alır. Büyük Britanya'da
sanayi devriminin başlaması ve makineleşmenin ardından insanların yaşamlarında
ve sosyal statülerinde değişimler oldu. Zengin ve fakir arasındaki ayrım git
gide büyüdü. Sayıları artan fabrikalarla Viktoria Britanyası dünyanın en önemli
sanayi devleti hâline geldi. Bu değişimle birlikte insanların hayatlarında
sorunlar da boy göstermeye başladı. İşçiler fabrikalarda ve madenlerde, düşük
ücretle, uzun saatler boyunca, olumsuz koşullarda çalışıyor, sağlıksız evlerde
yaşıyorlardı. İçme suyu sağlayan pompalar, kirli sularla karışıyor, zaten
bünyesi zayıf olan insanlar kolayca hastalanıyordu. İngiltere nüfusu bu dönemde 20 milyondan 40
milyona çıkmış, sokaklar kimsesizlerle hasta ve yoksullarla dolmuştu. Sosyal
hayattaki bu tutarsızlıklar yazarların kalemine ilham olmuş, bu dönemde
binlerce roman yazılmıştı. 1865 yılında Lewis Caroll tarafından yazılan Alice
Harikalar Diyarında eserinin Viktoria dönemini hicvettiği ve bu çocuk kitabında
alternatif bir yaşam arayışına girdiği söylenir. Eleştirmenlere göre kitaptaki
zalim Kupa Kraliçesi, Kraliçe Victoria’nın ta kendisidir.
“Hepimiz çevresine
toplandık; Bayan Cathy’nin başının üstünden bakınca,
kir pas içinde, üstü başılime lime, siyah saçlı
küçük bir çocuk gözüme ilişti;
Catherine’den büyük görünüyordu. Kucaktan yere indiği zaman,
şaşkın şaşkın çevresine bakınıp, hiçbirimizin anlamadığı bir şeyler söyleyip
durdu.
Benim ödüm kopmuştu;
Bayan Earnshaw çocuğu ise, nerdeyse,
kolundan tutup kapı dışarı edecekti; çok kızmıştı.
“Kendi
çocuklarımız yetmezmiş gibi bir de
şu çingene veledini mi besleyeceğiz,”
diye söyleniyordu.
Hangi akla hizmet edip, bu çocuğu eve getirmişti;
yoksa aklını mı kaçırmıştı?
Bey meseleyi açıklamaya
çalıştı;
ama yorgunluktan ölmek üzereydi. Hanımın azarlamaları arasında,dudaklarından
ancak şu
sözler döküldü: “Zavallıyı, Liverpool sokaklarında açlıktan kıvranırken buldum.
Evsiz barksız,
sesi soluğu çıkmaz bir halde görünce de dayanamadım,
aldım getirdim. Gerçi kimin nesi olduğunu
soruşturdum, ama bilen çıkmayınca,
param ve vaktim sınırlı olduğu için daha fazla uğraşamayarak
boşuna masraf etmeden eve getirmeye karar verdim.”
–Emily Brontë, Uğultulu Tepeler
Erkek kimliği ile sanat yapmaya
çalışan, kadının edebiyat yapmasının hoş karşılanmadığı Victoria Dönemi’nde
yaşayan Brontë kardeşler (Charlotte Brontë, Emily Brontë, Anne Brontë) çağlar
ötesi romanlar yazdılar. 1847’de tek romanı olan Uğultulu Tepeler’i yayınlayan
Emily Brontë bir sene sonra otuz yaşında tüberküloz sebebiyle hayata gözlerini
yumdu. Emily belki de hiç yaşamadığı tutku dolu aşkı Catherine ile Heathcliff’i
kaleme alarak ölümsüzleştirdi.
Uğultulu Tepeler evinin sahibi
Earnshaw, Liverpool’dan altı yaşında esmer bir çingene çocukla döner.
Heathcliff adını verdiği bu çocuğu kızı Catherine ve oğlu Hindley ile birlikte
büyütür. Heathcliff tüm hayatı boyunca
Catherine’i derin bir aşkla sevecektir.
Victoria döneminin ihtişamının arka planındaki tüm çaresizlikler, öksüz
Heathcliff’in öfkesinde ve kimsesizliğinde toplanmış gibidir. Üç kız kardeşten
en büyüğü olan Charlotte Brontë de ‘Jane Eyre’ romanı ile adını dünya
klasiklerine yazdırır. Küçük yaşta
annelerini kaybeden Brontë kardeşler,
karakterlerine de aynı acıyı yaşatmış, onları da kurgusal hayatlarına
kimsesiz bir çocuk olarak başlatmıştır. Jane Eyre de tıpkı Heathcliff gibi
küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmiş, Gateshat konağında, kendisini
sevmeyen yengesi ve iki kuzeniyle yaşamaktadır. Heathcliff’in Catherine’i
sevmesi gibi o da mürebbiyelik yaptığı Thornifield Malikânesi’nin sahibi Bay
Rohester’a tüm kalbiyle bağlanacak, kimsesizliğini unutmaya çalışacaktır.
Dünya edebiyatında olduğu gibi
Türk edebiyatında da öksüz ve yetim çocuğun kullanımına sık sık rastlıyoruz.
Ebeveyni olmayan bir çocuğu hikâyenin kahramanı yapmak, daha roman başlamadan
karaktere gizli ve dokunaklı geçmiş biçmek anlamına geliyor. Hikâye daha
başlamadan başlıyor. Okur bu duyguyla daha ilk satırdan kitaba bağlanıyor.
Annesiz bir çocuğa çoğu zaman da kötü bir üvey anne figürü çiziliyor. Yaşanılan
trajedilere kayıtsız kalan bir baba ve gaddar üvey annenin himayesindeki yetim
çocuk figürü romanlara ve roman uyarlaması Türk sinemasının melodramlarına da konu
oluyordu.
300’den fazla romana imza atan
Kemalettin Tuğcu, kırık aşkların yazarı Kerime Nadir başta olmak üzere Reşat
Nuri Güntekin, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Samipaşazade Sezai gibi pek çok yazar yazdığı
dokunaklı hikâyelerle okuru gözyaşlarına boğmuştur. Hikâyelerdeki bu çocuklar yetimhanede,
sokaklarda, yatılı okullarda ya da
hizmetçi olarak bir konakta zorluklar içinde büyüyordu. Daha şanslı olanlar ise
bir akrabanın yanına gönderiliyor ya da varlıklı bir aileye evlatlık olarak
veriliyordu.
'En iyi bildiğin şeyi yaz'
söyleminden yola çıkarak, bu hüzünlü hikâyeleri kaleme alan yazarların acaba
kendi hayat hikâyelerinde de benzerlik var mıdır sorusunu sorabiliriz.
Annesini, babasını kaybeden yazarlar olduğu gibi küçük yaşta her ikisini de kaybeden
yazarlar da mevcut.
Jean Jacques Rousseau, Stendhal,
Gerard de Nerval, Mallerme, O. Henry, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Tevfik Fikret,
Virginia Wolf, Halide Edip Adıvar, Ahmet Haşim, Aldous Huxley, Nurullah Ataç,
Ceyhun Atuf Kansu çocuk yaşta annesini kaybetmiş yazarlardan bazılarıdır.
George Sand, Ivan Turgenyev,
Charles Baudelaire, Şinâsî, Mark Twain, Emile Zola, Maksim Gorki, Andre Gide,
Agatha Christie, Peyami Safa, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Jean-Paul Sartre,
Cesare Pavese, Albert Camus, Sylvia Plath ise aynı acıyı küçük yaşta babasını
kaybederek yaşamıştır.
Ailesi olmayan karakterler gibi
Edgar Allen Poe, Lev Nıkolayevıc Tolstoy, Şemsettin Sami, Somerset Maugham,
Eflatun Cem Güney, Yasunarı Kavabata ise hem annesini hem babasını kaybeden
yazarlardan…
1697 yılında yazılan Cinderella
masalından günümüze değin, kalplerimizi acıtan, hoplatan ve ısıtan öksüz
kahramanlar. Dünyayı ev bilmiş, kimi zaman köşe bucak dağıtan, kimi zaman
sığınacak bir liman arayan karakterler. Dünden bugüne hiç büyümeyecek, biz
okudukça satırlar arasında nefes almaya devam edecekler.
Candan Selman
Kitapçı Dergisi Eylül/Ekim 2016 Sayı 17