28 Ağustos 2019 Çarşamba

Edebiyatın Kimsesiz Çocukları



“Yıllardır ki bir kılıcım kapalı kında,
Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi;
Muzdaribim bu duvarın dış tarafında,
Şefkatine inandığım biri var gibi.”
Kimsesizlik/ Kemalettin Kamu







                Tom Sawyer’dan Oliver Twist’e, Jane Eyre’den Çalıkuşu Feride’ye kadar edebiyat tarihi annesiz babasız kahramanlarla dolu. Yaşayacak huzur dolu bir evi, kendisine şefkat gösterecek bir ailesi olmayan karakterler romanlarda ve öykülerde dünyayı bir ev olarak algılarlar. Kendisini kontrol altında hissetmeyen, hiçbir yere yürekten bağlı olmayan bu kahramanlar tamamen özgür bir ruhla maceradan maceraya atılır, kendilerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığı için korkusuzca hamleler yaparlar. Erenköy Kozyatağı'nda Besime teyzesinin yanında kalan Feride ile Missouri Mississippi Nehri kenarında Polly teyzesiyle yaşayan Tom Sawyer aslında birbirinden çok da farklı karakterler değildir. Ele avuca sığmayan Tom gibi, Feride de yaramazlıkları yüzünden çevresindekileri bezdirmiş hatta bu sebepten ‘Çalıkuşu’ lakabını almıştır.

 Günümüz edebiyatının en popüler öksüz karakteri şüphesiz ki büyücü dünyasının gözde çocuğu; Harry Potter. Küçük yaşta öksüz kalan Harry de tıpkı Tom ve Feride gibi hiç sevmediği Petunia teyzesinin evinde Vernon eniştesi ve anlaşamadığı kuzeni Dudley’le birlikte yaşamak zorundadır. On bir yaşına bastığında bu küçük dünyadan kurtulacak ve bir büyücü olduğunu öğrenip yedi yıl boyunca okuyacağı Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'na doğru yol alacaktır. Tıpkı diğer öksüz kahramanlar gibi Harry de korkusuz, ayakları yere sağlam basan, kendi kararını kendi verebilen bir karakterdir. Ruh Emiciler, ölümcül büyüler, karanlık yaratıklar ve en önemlisi de anne ve babasının ölümünden sorumlu  Lord Voldemort’la   (Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen) savaşacak yetide olan Harry dünya çapında her yaştan okurun ilgisini çekmiştir. Tıpkı Harry gibi Lord Voldemort da bir öksüzdür. Londra'daki bir yetimhânede dünyaya gelen Tom Marvolo Riddle ya da nam-ı diğer Lord Voldemort hayatının ilk 11 yılını bu yetimhanede geçirir. Harry’nin aksine Lord Voldemort tüm zamanların en korkunç ve kötü büyücüsü haline dönüşmüştür.  Yedi ciltlik roman serisinde J.K.Rowling öksüz iki karakteri iyi ve kötü olarak romanın merkezine yerleştirmiş, çevresel faktörlerin bir çocuğun gelişiminde oynadığı rolün altını çizmiştir.

Bir okur bundan daha fazlasını isteyemez zaten. Soluk soluğa okuyacağı bir hikâye ancak özgür bir karakterle mümkündür. Okur; annesiz ve babasız kalmış, hayatta tek başına mücadele veren bir çocuğu kendi çocuğu gibi sahiplenir. Çizgi kahraman Heidi’yi de sevişimiz bu yüzden değil midir? Heidi kimsesiz kalıp, sert mizaçlı dedesinin yanına sığınmasa, Alplerde anne ve babasıyla yaşayan mutlu bir çocuk olsa sanırım hiçbirimiz onu bu denli sevmez, ona şefkat duymazdık. Öksüz bir çocuk, hepimizin çocuğu haline geliyor, okurken karaktere sahip çıkıyor, onunla hop oturup, hop kalkıyoruz.  Yazarlar da anne babası olmayan bir çocuğa hem dört elden sahip çıkıyor hem de onları istediği gibi kötülüğün ortasına bırakabiliyor. Şayet Charles Dickens, Oliver’e bir anne baba yazsaydı onu Londra’nın pis sokaklarında yankesici çocukların ve korkutucu Fagin’in yanına yollayamazdı. Mark Twain, Tom Sawyer’i eğitimli bir anne babanın çocuğu yapsa bütün gün balık tutup, tütün çiğneyen Huckleberry Finn’le takılması için izin koparamazdı.

“Tüm zamanların en iyisiydi, belki de en kötüsü de... Bilgeliğin çağıydı. Aptallığın çağıydı,
inançların dönemiydi, inançsızlığın da. Mevsim aydınlığın mevsimiydi, belki de karanlığın...
Umut'un baharını, umutsuzluğun kışını yaşıyordu. Her şey geleceğindi. Gelecek hiçlikti aslında.
Hepimiz cennete gidiyorduk; ya da tersine, cehenneme.”

Bu satırlarla başlıyor İngiliz Edebiyatının en güçlü kalemlerinden Charles Dickens’ın anlattığı İki Şehrin Hikayesi. 1812-1870 yılları arasında yaşayan Dickens, Victoria Devri’nde yaşamış ve bu parlak ve bir o kadar da karanlık dönemin olumsuz koşullarını romanlarında aktarmıştır.


1837 ile 1901 yılları arasında yaşanan Viktoria Dönemi adını Kraliçe Victoria'dan alır. Büyük Britanya'da sanayi devriminin başlaması ve makineleşmenin ardından insanların yaşamlarında ve sosyal statülerinde değişimler oldu. Zengin ve fakir arasındaki ayrım git gide büyüdü. Sayıları artan fabrikalarla Viktoria Britanyası dünyanın en önemli sanayi devleti hâline geldi. Bu değişimle birlikte insanların hayatlarında sorunlar da boy göstermeye başladı. İşçiler fabrikalarda ve madenlerde, düşük ücretle, uzun saatler boyunca, olumsuz koşullarda çalışıyor, sağlıksız evlerde yaşıyorlardı. İçme suyu sağlayan pompalar, kirli sularla karışıyor, zaten bünyesi zayıf olan insanlar kolayca hastalanıyordu.  İngiltere nüfusu bu dönemde 20 milyondan 40 milyona çıkmış, sokaklar kimsesizlerle hasta ve yoksullarla dolmuştu. Sosyal hayattaki bu tutarsızlıklar yazarların kalemine ilham olmuş, bu dönemde binlerce roman yazılmıştı. 1865 yılında Lewis Caroll tarafından yazılan Alice Harikalar Diyarında eserinin Viktoria dönemini hicvettiği ve bu çocuk kitabında alternatif bir yaşam arayışına girdiği söylenir. Eleştirmenlere göre kitaptaki zalim Kupa Kraliçesi, Kraliçe Victoria’nın ta kendisidir.

“Hepimiz çevresine toplandık; Bayan Cathy’nin başının üstünden bakınca, 
kir pas içinde, üstü başılime lime, siyah saçlı küçük bir çocuk gözüme ilişti; 
Catherine’den büyük görünüyordu. Kucaktan yere indiği zaman, 
şaşkın şaşkın çevresine bakınıp, hiçbirimizin anlamadığı bir şeyler söyleyip durdu.
Benim ödüm kopmuştu; Bayan Earnshaw çocuğu ise, nerdeyse,
kolundan tutup kapı dışarı edecekti; çok kızmıştı.
“Kendi çocuklarımız yetmezmiş gibi bir de
şu çingene veledini mi besleyeceğiz,”
diye söyleniyordu. Hangi akla hizmet edip, bu çocuğu eve getirmişti;
yoksa aklını mı kaçırmıştı? Bey meseleyi açıklamaya çalıştı;
ama yorgunluktan ölmek üzereydi. Hanımın azarlamaları arasında,dudaklarından
ancak şu sözler döküldü: “Zavallıyı, Liverpool sokaklarında açlıktan kıvranırken buldum. 
Evsiz barksız, sesi soluğu çıkmaz bir halde görünce de dayanamadım
aldım getirdim. Gerçi kimin nesi olduğunu soruşturdum, ama bilen çıkmayınca,
param ve vaktim sınırlı olduğu için daha fazla uğraşamayarak 
boşuna masraf etmeden eve getirmeye karar verdim.”
–Emily Brontë, Uğultulu Tepeler

Erkek kimliği ile sanat yapmaya çalışan, kadının edebiyat yapmasının hoş karşılanmadığı Victoria Dönemi’nde yaşayan Brontë kardeşler (Charlotte Brontë, Emily Brontë, Anne Brontë) çağlar ötesi romanlar yazdılar. 1847’de tek romanı olan Uğultulu Tepeler’i yayınlayan Emily Brontë bir sene sonra otuz yaşında tüberküloz sebebiyle hayata gözlerini yumdu. Emily belki de hiç yaşamadığı tutku dolu aşkı Catherine ile Heathcliff’i kaleme alarak ölümsüzleştirdi.

Uğultulu Tepeler evinin sahibi Earnshaw, Liverpool’dan altı yaşında esmer bir çingene çocukla döner. Heathcliff adını verdiği bu çocuğu kızı Catherine ve oğlu Hindley ile birlikte büyütür.  Heathcliff tüm hayatı boyunca Catherine’i  derin bir aşkla sevecektir. Victoria döneminin ihtişamının arka planındaki tüm çaresizlikler, öksüz Heathcliff’in öfkesinde ve kimsesizliğinde toplanmış gibidir. Üç kız kardeşten en büyüğü olan Charlotte Brontë de ‘Jane Eyre’ romanı ile adını dünya klasiklerine yazdırır.  Küçük yaşta annelerini kaybeden Brontë kardeşler,  karakterlerine de aynı acıyı yaşatmış, onları da kurgusal hayatlarına kimsesiz bir çocuk olarak başlatmıştır. Jane Eyre de tıpkı Heathcliff gibi küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmiş, Gateshat konağında, kendisini sevmeyen yengesi ve iki kuzeniyle yaşamaktadır. Heathcliff’in Catherine’i sevmesi gibi o da mürebbiyelik yaptığı Thornifield Malikânesi’nin sahibi Bay Rohester’a tüm kalbiyle bağlanacak, kimsesizliğini unutmaya çalışacaktır.

Dünya edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatında da öksüz ve yetim çocuğun kullanımına sık sık rastlıyoruz. Ebeveyni olmayan bir çocuğu hikâyenin kahramanı yapmak, daha roman başlamadan karaktere gizli ve dokunaklı geçmiş biçmek anlamına geliyor. Hikâye daha başlamadan başlıyor. Okur bu duyguyla daha ilk satırdan kitaba bağlanıyor. Annesiz bir çocuğa çoğu zaman da kötü bir üvey anne figürü çiziliyor. Yaşanılan trajedilere kayıtsız kalan bir baba ve gaddar üvey annenin himayesindeki yetim çocuk figürü romanlara ve roman uyarlaması Türk sinemasının melodramlarına da konu oluyordu.

300’den fazla romana imza atan Kemalettin Tuğcu, kırık aşkların yazarı Kerime Nadir başta olmak üzere Reşat Nuri Güntekin, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay,  Samipaşazade Sezai gibi pek çok yazar yazdığı dokunaklı hikâyelerle okuru gözyaşlarına boğmuştur.  Hikâyelerdeki bu çocuklar yetimhanede, sokaklarda,  yatılı okullarda ya da hizmetçi olarak bir konakta zorluklar içinde büyüyordu. Daha şanslı olanlar ise bir akrabanın yanına gönderiliyor ya da varlıklı bir aileye evlatlık olarak veriliyordu.

'En iyi bildiğin şeyi yaz' söyleminden yola çıkarak, bu hüzünlü hikâyeleri kaleme alan yazarların acaba kendi hayat hikâyelerinde de benzerlik var mıdır sorusunu sorabiliriz. Annesini, babasını kaybeden yazarlar olduğu gibi küçük yaşta her ikisini de kaybeden yazarlar da mevcut.

Jean Jacques Rousseau, Stendhal, Gerard de Nerval, Mallerme, O. Henry, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Tevfik Fikret, Virginia Wolf, Halide Edip Adıvar, Ahmet Haşim, Aldous Huxley, Nurullah Ataç, Ceyhun Atuf Kansu çocuk yaşta annesini kaybetmiş yazarlardan bazılarıdır.

George Sand, Ivan Turgenyev, Charles Baudelaire, Şinâsî, Mark Twain, Emile Zola, Maksim Gorki, Andre Gide, Agatha Christie, Peyami Safa, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Jean-Paul Sartre, Cesare Pavese, Albert Camus, Sylvia Plath ise aynı acıyı küçük yaşta babasını kaybederek yaşamıştır.

Ailesi olmayan karakterler gibi Edgar Allen Poe, Lev Nıkolayevıc Tolstoy, Şemsettin Sami, Somerset Maugham, Eflatun Cem Güney, Yasunarı Kavabata ise hem annesini hem babasını kaybeden yazarlardan…

1697 yılında yazılan Cinderella masalından günümüze değin, kalplerimizi acıtan, hoplatan ve ısıtan öksüz kahramanlar. Dünyayı ev bilmiş, kimi zaman köşe bucak dağıtan, kimi zaman sığınacak bir liman arayan karakterler. Dünden bugüne hiç büyümeyecek, biz okudukça satırlar arasında nefes almaya devam edecekler. 


Candan Selman
Kitapçı Dergisi Eylül/Ekim 2016 Sayı 17 


“Palyaço Söyledi Ben Yazdım”

  Pek çok kültürde eğlence figürü olarak kabul edilen palyaçolar, maskelerinin altına sakladığı yüzlerinden olsa gerek, komik oldukları kada...