“Bizim adadan Süleyman vardır. Çocukluk arkadaşım. Tutturdu
bir gün krampon alacakmış. Eminönü’nde bir mağaza varmış, oradakiler hem
kaliteli, hem ucuzmuş. Futbol oynuyordum o zamanlar. Yani çok sevdiğimden
değil, takım bile tutmam aslına bakarsan. Ama işte Süleyman meraklıydı. Takım
kurdular adada. ‘İyi ya, kaleci olurum ben de,’ dedim. İnsan sıkılıyor adada.
Arkadaş arıyor. ‘Sen de alırsın bir tane spor ayakkabı,’ dedi. ‘Yok,’ dedim.
Hem param yok, hem de krampon dediği ayakkabıyı normalde giyemem.
İndik Eminönü’ne. Annem,
‘geç olmadan, dön’ dedi. ‘Babanla vapurda falan karşılaşma,
sinirlendirme adamı,’ dedi. Kırmızı, mavi, sarı renkli kramponları görünce,
‘almam,’ dediğime pişman oldum. Cebimdeki paraya baktım, beyaz keten
ayakkabılara yetiyor. Krampondan daha çok işime yarar. Satın alıp hemen ayağıma
giydim. Süleyman gitti, siyah bir krampon seçti. Kenarında mavi çizgisi olan
sapsarı bir tanesini gösterdim. ‘Karı mıyım lan ben?’ dedi. Zevklerimiz pek
uymuyor ama Süleyman en iyi arkadaşım. Güzel saçları var. İpek gibi. Koşarken
savuruyor saçlarını. Siyah ayakkabıları çok yakıştı. Dükkândan çıktık. Bir kız
varmış. İstanbul Üniversitesi’nde okuyormuş. Beyazıt’ta. ‘İstersen bekle beni,
bir saat görüp geleyim, birlikte döneriz adaya.’ dedi. Saat daha erken ‘olur,’
dedim. Dükkânın camında kendisine baktı. Saçlarını düzeltti. ‘Nasıl kardeşin?
Yakıyor yine ortalığı değil mi?’ dedi. Cevabımı beklemeden, ‘Beş kırk beş
vapurunda buluşuruz,” diyerek tramvaya binmek üzere Çemberlitaş’a doğru
yollandı.
Ne yapsam? İstanbul çok kalabalık. Süleyman gitti. Herkes
bana bakıyor. Bugün çok çirkinim. Yıkamamış annem yeşil tişörtümü. Bu eski şeyi
giymek zorunda kaldım. Saçlarım da yağlı. Bir o yana, bir bu yana yürüdüm.
İçerilere çok girmek istemiyorum. Denizden uzaklaşmak istemiyorum. Yolu
karıştırabilir, vapur saatini kaçırabilirim. Cebimde hala para var. Bir
lokantaya girip bir şeyler yiyebilirim. Ama tek başına girmek istemiyorum. Bir
simit aldım ve başım önümde yeni ayakkabılarıma baka baka, Yeni Cami’ye doğru
yürüyordum. İşte o anda birden her yer kırmızı oldu. Beyaz ayakkabılarıma
kırmızı damlalar sıçradı. O adam nasıl olduysa tepeden, beşinci kattan, inşaattan,
tam önüme düştü. Başı ayaklarımın yanına. Kırmızı. Kendimden geçtim.”
“Sonra böyle ibne
oldum işte. Ne alaka, diyeceksin. Bilmiyorum. Herifin kafası ayağımın dibinde
patladı. İbneleştim. Gülme. Bu doğru. Bir süre öyle bön bön baktım etrafa.
Kimseyle konuşmadım. Doktora falan götürdüler. Travma sonrası böyle durgun
haller olurmuş falan. İlaçlar verdiler. Unuttum o adamı. Ama unutamadım da.
Güzellikler olsun hep istedim. Temiz olayım hep. Yüzüm gözüm pırıl pırıl olsun.
Üstüme başıma bir kir bulaşmasın istedim. Marilyn Monroe çok güzeldi. Kırmızı
elbisesi vardı. Ama çok güzeldi. Ben de öyle güzel olmak istedim. Saçlarım
pırıl pırıl olsun istedim. Yani ibne dediysem, erkekleri beğenmiyorum. Marilyn
Monroe’yu beğeniyorum. Sadi düştü. Kırmızı oldu her yer. Öldü. Marilyn Monroe
doğdu.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder