13 Aralık 2017 Çarşamba

Çünkü insanın karakteri kaderi, romanın karaktersizi kederidir



“Bizim adadan Süleyman vardır. Çocukluk arkadaşım. Tutturdu bir gün krampon alacakmış. Eminönü’nde bir mağaza varmış, oradakiler hem kaliteli, hem ucuzmuş. Futbol oynuyordum o zamanlar. Yani çok sevdiğimden değil, takım bile tutmam aslına bakarsan. Ama işte Süleyman meraklıydı. Takım kurdular adada. ‘İyi ya, kaleci olurum ben de,’ dedim. İnsan sıkılıyor adada. Arkadaş arıyor. ‘Sen de alırsın bir tane spor ayakkabı,’ dedi. ‘Yok,’ dedim. Hem param yok, hem de krampon dediği ayakkabıyı normalde giyemem.

İndik Eminönü’ne. Annem,  ‘geç olmadan, dön’ dedi. ‘Babanla vapurda falan karşılaşma, sinirlendirme adamı,’ dedi. Kırmızı, mavi, sarı renkli kramponları görünce, ‘almam,’ dediğime pişman oldum. Cebimdeki paraya baktım, beyaz keten ayakkabılara yetiyor. Krampondan daha çok işime yarar. Satın alıp hemen ayağıma giydim. Süleyman gitti, siyah bir krampon seçti. Kenarında mavi çizgisi olan sapsarı bir tanesini gösterdim. ‘Karı mıyım lan ben?’ dedi. Zevklerimiz pek uymuyor ama Süleyman en iyi arkadaşım. Güzel saçları var. İpek gibi. Koşarken savuruyor saçlarını. Siyah ayakkabıları çok yakıştı. Dükkândan çıktık. Bir kız varmış. İstanbul Üniversitesi’nde okuyormuş. Beyazıt’ta. ‘İstersen bekle beni, bir saat görüp geleyim, birlikte döneriz adaya.’ dedi. Saat daha erken ‘olur,’ dedim. Dükkânın camında kendisine baktı. Saçlarını düzeltti. ‘Nasıl kardeşin? Yakıyor yine ortalığı değil mi?’ dedi. Cevabımı beklemeden, ‘Beş kırk beş vapurunda buluşuruz,” diyerek tramvaya binmek üzere Çemberlitaş’a doğru yollandı.

Ne yapsam? İstanbul çok kalabalık. Süleyman gitti. Herkes bana bakıyor. Bugün çok çirkinim. Yıkamamış annem yeşil tişörtümü. Bu eski şeyi giymek zorunda kaldım. Saçlarım da yağlı. Bir o yana, bir bu yana yürüdüm. İçerilere çok girmek istemiyorum. Denizden uzaklaşmak istemiyorum. Yolu karıştırabilir, vapur saatini kaçırabilirim. Cebimde hala para var. Bir lokantaya girip bir şeyler yiyebilirim. Ama tek başına girmek istemiyorum. Bir simit aldım ve başım önümde yeni ayakkabılarıma baka baka, Yeni Cami’ye doğru yürüyordum. İşte o anda birden her yer kırmızı oldu. Beyaz ayakkabılarıma kırmızı damlalar sıçradı. O adam nasıl olduysa tepeden, beşinci kattan, inşaattan, tam önüme düştü. Başı ayaklarımın yanına. Kırmızı. Kendimden geçtim.”


 “Sonra böyle ibne oldum işte. Ne alaka, diyeceksin. Bilmiyorum. Herifin kafası ayağımın dibinde patladı. İbneleştim. Gülme. Bu doğru. Bir süre öyle bön bön baktım etrafa. Kimseyle konuşmadım. Doktora falan götürdüler. Travma sonrası böyle durgun haller olurmuş falan. İlaçlar verdiler. Unuttum o adamı. Ama unutamadım da. Güzellikler olsun hep istedim. Temiz olayım hep. Yüzüm gözüm pırıl pırıl olsun. Üstüme başıma bir kir bulaşmasın istedim. Marilyn Monroe çok güzeldi. Kırmızı elbisesi vardı. Ama çok güzeldi. Ben de öyle güzel olmak istedim. Saçlarım pırıl pırıl olsun istedim. Yani ibne dediysem, erkekleri beğenmiyorum. Marilyn Monroe’yu beğeniyorum. Sadi düştü. Kırmızı oldu her yer. Öldü. Marilyn Monroe doğdu.”

Virginia Woolf'un dostu, kadınların ve erkeklerin aşkı; Lytton Strachey


Bu bana çok olur. Ben buna "serendipity" ya da benim kurmaca çevirimle "rastbul" derim. Yani bir şey ararken rastlantı sonucu başka bir şey bulmak. Rastbulmak. Virginia Woolf'un eşine yazdığı intihar mektubunu okuyordum. Birisi kardeşi Vanessa Bell'e diğeri kocası Leonard Woolf'a yazılmış iki mektup bırakmış. Leonard Woolf'a, 18 Mart 1941 tarihinde yazdığı mektubun son satırlarında biraz kaldım.

"Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum."

"Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun." diyor. Kendisi için bir basımevi kurmuş, kitaplarının basımına yardımcı olmuş, ona destek olan, onu seven bir adam Leonard Woolf. Ama bu sevgi Virginia'yı kurtaramamış.
Virginia Woolf ve eşinin fotoğraflarında bir süre gezindim. İşte tam bu gezinme sırasında Lytton Strachey'i rastbuldum. Virginia'ya bankta çekilmiş bu fotoğrafı önümde yeni bir kapı araladı. Yeni bir merak, yeni bir dünya. Yanlarında iki kişi daha var. Virginia Woolf'dan gözünüzü alabilir ve arkanıza yaslanır fotoğrafa genel olarak bakarsanız. Fotoğraftaki diğer iki kişiyi; birinin bacaklarını diğerinin kolunu görebilirsiniz. Ama baş başa gibidirler. Virginia Woolf ve Lytton Strachey.

1904'de babasının ölümü ardından Woolf kardeşleriyle Bloomsbury'ye taşınır. İçlerinde; E.M. Forster, Dora Carrington, Roger Fry, Vanessa ve Clive Bell, John Maynard Keynes ve Lytton Strachey gibi sanatçı ve entelektüellerin Londra'nın kırsalında bir araya gelerek oluşturdukları Bloomsbury Grubuna Virginia Woolf da dâhil olur. Her biri iyi bir eğitim almış olan grup üyelerini diğer sanatçı topluluklardan ayıran en belirgin özellikleri; kadın sanatçıların ve eşcinsellerin haklarını savunmaları, açık evlilikten yana olmaları ve barışçı politik duruşlarıydı.
Virginia Woolf; en önemli eserlerinden "Mrs. Dalloway," "Kendine ait bir oda" ve "Deniz Feneri" romanlarını Bloombury Grubu'nun içerisindeyken yazmıştır.
Grup üyelerinden "Eminent Victorians" adlı biyografi kitabının yazarı Lytton Strachey, Virginia Woolf'un yakın arkadaşıdır. Lytton Strachey her ne kadar eşcinsel olsa da zekasından ve güzelliğinden etkilendiği Virginia Woolf'la evlenmek ister. 1909 yılının şubat ayında Virginia Woolf'a evlenme teklif eder. Ama cümlesi bittiği anda aslında içinden bunun yanlış bir fikir olduğunu biliyordur. Bunu o sıralar arkadaşı olan, sonradan Virginia Woolf'un eşi olacak Leonard Woolf'a mektubunda şöyle anlatır:

"Evvelsi gün Virginia'ya evlenme teklif ettim. Ettiğim anda eğer kabul ederse bunun sonumuz olacağını hissettim. Ve bu yüzden konuşmayı sonlandırmak istedim. Ama işin kötüsü konuşma devam etti ve bu işin imkânsızlığı çok daha aşikâr hale geldi..."

Lytton Strachey o gün konuşmayı sonlandırır ve Virginia Woolf'un cevabı gelene kadar bekler. Bir sonraki gün "Evet" cevabını duyduktan sonra teklifini geri çeker. Woolf kibarca onu anladığını söyler.
Kendini bir şekilde suçlu hisseden Lytton Strachey arkadaşı Leonard Woolf'a tekrar yazar ve Virginia'yla onun evlenmesinin ikisinin için de iyi olacağını söyler. O dönem Seylan Adası'nda memurluk yapan Leonard Woolf, birkaç yıl sonra Londra'ya geri döner ve 1912'de Virginia Woolf'la evlenir.

Virginia Woolf ve Lytton Strachey evlenemezler ama hayatları boyunca dost olurlar. Lytton Strachey "Kraliçe Victoria" adını verdiği ilk kitabını 1921'de Virginia Woolf'a ithaf eder.



Lytton Strachey, (1880-1932) 1916


Lytton Strachey, Bloombury grubu içerisinde tanıdığı kadın ve erkeklerle hayatı boyunca aşklar yaşar ve hiç evlenmez. Bu aşklardan en önemlisi İngiliz ressam Dora Carrington ile olan ilişkisidir.
Lytton Strachey, (1880-1932) 1916


Meraklısına Not: 1995 yapımı başrollerini Emma Thompson ve Jonathan Pryce paylaştığı Lytton Strachey hayatını ve Dora Carrington'la yaşadığı aşkı konu alan Carrington filmi de tavsiyemdir.

5 Aralık 2017 Salı

Yeni Romanın Öncüsü; Alain Robbe-Grillet



"Roman artık bir serüvenin yazısı değil bir yazının serüvenidir."

Zaman, mekân ve olay örgüsünü yeniden yorumlayan hatta reddedebilen “Yeni Roman” akımı, 1950’lerde geleneksel roman anlatım biçimine tepki olarak ortaya çıkmıştır. 20yy’da yaşanan dünya savaşları, sanayileşen toplumlar ve oluşan yeni dünya düzeniyle birlikte insanın sosyolojik ve psikolojik konumu da biçim değiştirdi. Daha yalnızlaşan, daha bunalan yeni dünyanın yeni insanı, eskininkinden farklıydı.
“Son yüz elli yılda etrafındaki her şey- hatta oldukça hızla gelişirken, roman nasıl hareketsiz, donmuş olarak kalabilirdi ki?” 1  

1956 – 1963 yılları arasında yazdığı edebiyat incelemelerinden oluşan Alain Robbe-Grillet  imzalı Yeni Roman kitabı bize akımın genel hatlarını kapsamlı bir biçimde aktarıyor. Yeni Roman’ı anlamak bir şekilde klasik romanın tersini yapmak hatta eskiyi tamamen ortadan kaldırmak anlamına geliyordu.
1-      Yeni Roman geleceğin romanının yasalarını derlemiştir.
2-      Yeni Roman geçmişi silip süpürmüştür.
3-      Yeni Roman insanı dünyadan kovmak istemektedir.
4-      Yeni Roman kesin bir nesnelliği hedeflemektedir.
5-      Zor okunan Yeni Roman, uzmanlara hitap etmektedir.
Buradan yola çıkarak hatta tüm bu maddelerin tam tersini düşünerek şu çıkarımda bulunuyor Alain Robbe-Grillet . “Yeni Roman bir kuram değil, bir araştırmadır.”
Fransız ve Fransızca yazan yazarlardan oluşan akımın başlıca temsilcileri arasında Maurice Blanchot, Michel Butor, Julio Cortázar, Marguerite Duras, Claude Ollier, Robert Pinget, Jean Richards, Nathalie Sarraute, Claude Simon, Phiippe Sollers ve  Alain Robbe-Grillet bulunmaktadır. Balzac tarzı roman geleneğini eleştiren akımın temsilcileri, Balzac’tan uzaklaştıkları takdirde ilginç olabilecekleri tezini savunurlar.
Mekân ve Betimleme;
Balzac romanlarında ilgi çekici bir konuyu alır, olay örgüsünün merkezine karakteri yerleştirir ve çevreyi titizlikle betimlerdi. Evler, mobilyalar, giysiler, detaylı bir biçimde kâğıda dökülen tüm çevre, aynı zamanda karakterin dünyadaki varlığı hakkında da bize bilgi veriyordu. Eşyalara bakıp, kişinin zengin ya da fakir olup olmadığını, mesleğini, yaşam tarzını hissedebiliyordunuz. İnsanı merkeze alan klasik romanın aksine yeni roman nesneyi öne çıkarıyordu. 

 “Betimlemenin yeri ve önemi artık bütün bütün değişti. Betimlemeyle ilgili kaygılar tüm romanı istila ederken, aynı zamanda geleneksel anlamını da yitiriyordu. Artık bu betimleme kaygıları için basit tanımlamalar söz konusu değildir. Önceleri bir betimleme bir dekorun ana hatlarını oluşturmaya, sonra da bu dekorun özelikle anlam taşıyan birkaç unsurunu aydınlatmaya yarıyordu: şimdi betimleme artık sadece önemsiz nesnelerden söz ediyor ya da bunları önemsizleştirmek için uğraşıyor. Eskiden zaten var olan bir gerçeği yeniden ürettiğini iddia ediyordu; şimdi ise yaratıcı işlevini vurguluyor. Nihayet betimleme, eskiden şeyleri gösteriyordu, oysa şimdi bu şeyleri yok ediyor gibi.”2
Zaman;

Klasik romanlarda zaman kronolojik olarak bir çizgi halinde ilerler, bazen de geri dönüşlerle hikâye desteklenirdi. Falanca yılın falanca mevsimde geçerdi günler. Tarihi belirli kılmak romanı gerçekçi bir zemine yerleştirmek anlamına geliyordu. Klasik roman biçiminin aksine Yeni Roman akımında zamanın belli bir formu yoktur. Ne yaşanıyorsa onu anlatır.
“Modern anlatıda, zaman sanki zamansallığından kopmuş gibidir. Artık akıp gitmez. Artık hiçbir şeyi tamamlamaz. Günümüze ait bir kitabın okunmasının veya bir filmin gösteriminin ardından gelen hayal kırıklığını açıklayan da herhalde budur. Eskiden trajik de olsa bir ‘kader’, içinde ne kadar tatmin edici bir şeyler taşıyorduysa, en güzel çağdaş eserler de bizi bugün bir o kadar yoksun, sarsılmış bir halde bırakıyor.” 3
Kurgusal kişi;

Klasik romanda karakterler okura ayrıntılı bir biçimde verilirdi. İsmi, soyadı, mesleği, yaşı, fiziksel özellikleri ve psikolojik durumu. Karakterin bugününü gösterirken, geçmişi de ifade edilir, okurun kafasında kişi hakkında bir duygu oluşturmaya çalışılırdı.
“Balzac bize ‘Goriot Baba’yı bırakmıştır. Dostoyevski Karamazov’ları dünyaya getirmiştir; roman yazmak artık sadece, edebiyat tarihimizi oluşturan portreler galerine birkaç yeni figür eklemekten ibaret olamaz.” 4 
Yeni Roman’da ise karakterler ayrıntıya girilmeden yazılmış, romanın içinde gezinen, ortamın bir parçasıdır. Birer anti-kahraman olan karakterlerin, nesnelerden ayırt edilemeyecek bir sıradanlığı vardır. Albert Camus’nun Yabancı ve Sartre’nin Bulantı romanlarını baş tacı eden yeni romancılar kurgusal kişileri romandan neredeyse siler, insanı bir nevi yok ederler.         
“Kaç okuyucu Bulantı’daki ve Yabancı’daki anlatıcının adını anımsar? Bunlarda insan tipleri var mıdır? Aksine, bu kitapları karakter incelemeleri olarak kabul etmek saçmalığın daniskası olmaz mı?” 5

Akımın teorisyenlerinden Jean Ricardou Yeni Roman'ı "Roman artık bir serüvenin yazısı değil bir yazının serüvenidir." Sözleriyle açıklar. Alain Robbe-Grillet romanları Silgiler (Les Gommes, 1953) ve Kıskançlık (La Jalousie, 1957) teorinin uygulamaya dökümü niteliğindedir.

Silgiler (Les Gommes, 1953);

 “İşte bütün hikâye de bu zaten; Wallas bir kez daha girişir ne aradığını anlatmaya: yumuşak, hafif, gevrek ama ezildiğinde biçimi bozulmayıp toz halinde ufalanacak bir silgi; kolayca bölünebilecek, kırıldığında da deniz kabuğunun içindeki sedef gibi kaygan ve parlak olacak bir silgi. Birkaç ay önce nerden aldığını söylemeyi beceremeyen bir arkadaşında görmüştü böyle bir silgiyi. Kolayca bulabileceğini sanmıştı ama hala bulamamıştı. Ayrıtları iki üç santimetre uzunluğunda, köşeleri –belki de kullanıldığı için- hafifçe yuvarlanmış, sarımsı bir küp biçimindeydi. Küpün yüzlerinden birinde üreticinin markası yazılıydı ama okunamayacak kadar silinmişti; ortadaki iki harf ("di" harfleri) çözülebiliyordu bir tek; önce de sonra da en azından ikişer harf daha olmalıydı.” 6

Dedektif Wallas böyle tarif ediyor roman boyunca dükkân dükkân aradığı silgiyi. Ortadaki iki harfi “di’ olan silginin markasını okura da bir bilmece gibi gizliden soruyor. Tıpkı Yunan mitolojisinde Sfenks’in Oidipos’a yoluna devam edebilmesi için sorduğu bilmece gibi. Odip marka silgi Wallas’ın geçmişini, çocukluğunu silmesine yardımcı olacaktır. Alain Robbe-Grillet Silgiler romanında Oidipos mitinden ilham alır. Kehanetin kurbanı olan, babasını öldürüp annesiyle evlenen Odip gibi, Wallas da dedektif olarak atandığı kasabada katili bulmak adına gezinir. Bilmeden üvey annesiyle karşılaşır ve tıpkı mitolojide ayakları şiş anlamına gelen Odip gibi Wallas’ın da yürümekten ayakları şişer.
Şüphenin kol gezdiği dedektif romanları belki de Yeni Roman akımını en iyi yansıtacak türdür. Silgiler romanını yapı biçiminden bir tiyatro eseri gibi kaleme alan Grillet, kuşku kavramını romanın bütününe yayar. Yeni Roman akımının öncülerinden Nathalie Sarraute’nin “Kuşku Çağı” diye nitelendirir dönemi.
“Kuşku, roman kişisiyle, bu kişiye gücünü veren kullanılmış mekanizmayı yavaş yavaş ortadan kaldırarak, organizmanın kendisini savunmak ve yeni bir dengeye sahip olabilmek için gösterdiği tepki haline geliyor. Phillip Toybee, Flaubert’in öğretisini anımsayarak şöyle der: ‘Kuşku, romancıyı en büyük borcunu ödemeye zorlar; bu borç ise yeni bir şey bulmaktır.”7


Kıskançlık (La Jalousie, 1957);


Kuşkunun karakteri yiyip bitirdiği ve roman boyunca kendini gösterdiği bir diğer Alain Robbe-Grillet yapıtı da; Kıskançlık. (La Jalousie, 1957) Karısı A’nın komşuları Franck’la  kendisini aldattığını düşünen  bir adamın hikayesine tanık oluyoruz. Üç kişiden oluşan romanda kişilerin aslında çok da önemli olmadığını vurgulamak, klasik romandaki karakter betimlemelerini hafife almak adına olsa gerek Grillet başkahramanına sadece A demiş, ismini tam olarak yazmamış. Komşu Franck sık sık yemeğe gelir. Karısı A ile yan yana oturur. Anlatıcı koca onları gözlemler ve miniklerinden yola çıkarak yakın olduklarına dair kafasında şüpheler belirir. Adam mutfaktayken, yanlarında yokken Franck duvardaki kırkayağı ezerek öldürür. Duvardaki kırkayak lekesi ve kendisine kırkayağı hatırlatan her imge onda kıskançlık duygusunu canlandırır.  Romanın orijinal adı da hikâyesi kadar derin. La Jalousie yani Fransızca kıskançlık kelimesi aynı zamanda perde görevi gören jaluzi manasına da geliyor. İçeriden bakıldığında dışarısının görünebildiği ama dışarıda kalanın içeriden bir haber olduğu mekanizma kıskançlık kavramına da oldukça yakışmış gibi duruyor.

“Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerde mi oluyordu?”  Yusuf ATILGAN,  Aylak Adam

Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı’nın önemli kalemlerinden Yusuf Atılgan’ın romanlarına baktığımızda da Yeni Roman tekniklerini görebiliyoruz.  Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla tanınan yazar, bilinç akımı ve iç monolog tekniklerini uygularken, modern insanın yalnızlığından, kötümserlikten ve yabancılaşmadan söz eder. Tıpkı Alain Robbe-Grillet romanı Kıskançlık’ta karakterin adının A… olması gibi, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı da C.’dir. Anayurt Oteli ve Aylak Adam romanlarında nesneleri kişilerin önünde tutan, pek çok tekniği bir arada kullanıp, roman anlayışına yenilikçi bir soluk getiren Atılgan, Türk edebiyatında yer edecek C. gibi bir anti-kahraman tipiyle bizleri tanıştırmıştır.
“Bir romanın, gerçek bir romanın nasıl olması gerektiğini bilmiyoruz; sadece bugünün romanının bugün yaptığımız şey olacağını ve dün olan şeyle bir benzerlik kurmak değil, daha ileri gitmek zorunda olduğunu biliyoruz. Yeni Roman’ın tek yaptığı şey, roman türünün daimi gelişimi izlemektir. ”8

24. İstanbul Uluslararası Film Festivali'nde (2005), yaşam boyu başarı ödülü kazanan Alain Robbe-Grillet sine-roman tekniğinin yaratıcılığı yapıp, yenilikçi kalemini sinema perdesine de aktarmıştır. 2008 yılında hayata gözlerini yuman Fransız yazar Alain Robbe-Grillet ortaya koyduğu eserleriyle bu hayatta güneşin altında yeni bir şey var diyor bizlere.


1 Alain Robbe-Grillet, Yeni Roman, Kuramlar Neye Yarar, s,10, Kafekültür Yayıncılık, Türkçesi: Ece Korkut.
2Alain Robbe-Grillet, Yeni Roman, Günümüz Anlatısında Zaman ve Betimleme, s,124,  Kafekültür Yayıncılık, Türkçesi: Ece Korkut.
3Alain Robbe-Grillet, Yeni Roman, Günümüz Anlatısında Zaman ve Betimleme,  s,131, Kafekültür Yayıncılık, Türkçesi: Ece Korkut.
4Alain Robbe-Grillet, Yeni Roman, Vadesi Dolmuş Birkaç Kavram Hakkında, s,26, Kafekültür Yayıncılık, Türkçesi: Ece Korkut.
5Alain Robbe-Grillet, Yeni Roman, Vadesi Dolmuş Birkaç Kavram Hakkında, s,27, Kafekültür Yayıncılık , Türkçesi: Ece Korkut.
6Alain Robbe-Grillet, Silgiler s,107, Yapı Kredi Yayınları, Türkçesi: Alp Tümertekin.
7 Nathalie Sarraute, Kuşku Çağı, Les Temps modernes, Şubat 1950, s, 59, Kafekültür Yayıncılık, Türkçesi: Eylül Desen Kaytancı.
8 Alain Robbe-Grillet, Yeni Roman, Yeni Roman Yeni İnsan, s,10, Kafekültür Yayıncılık, Türkçesi: Ece Korkut.



Candan Selman


Transandantalizm Işığında Henry David Thoreau















“Ormana gittim çünkü bilerek yaşamak istiyordum. Yaşamın asıl gerçekleriyle yüzleşmek ve öğretilerini öğrenip, öğrenemeyeceğimi görmek için. Ve ölüm geldiğinde aslında hiç yaşamadığımı fark etmek için.”  
— Henry David Thoreau

Henry David Thoreau,  1817’de  Boston’un 32 km batısında küçük bir kasaba olan Concord’da dünyaya geldi. Etrafı ormanlarla çevrili Concord kasabası sadece Henry David Thoreau’un değil, aynı zamanda Transandantal akımının da doğduğu yer olacaktı. 18. yüzyıl rasyonalizmine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan akım, her bireyin ruhunun dünyayla aynı olduğu, dünyanın birebir bir mikrokozmozu olduğu inancına dayanıyordu. Transandantal anlayış, dönemim püriten hayat tarzının katı ilkelerine karşı çıkmış, her insanın özünde iyilik yattığını ve bireyselliğine inanması gerektiğini savunmuştur. Transandantalistlere göre doğa her sorunun cevabını içinde barındırıyordu. Tüm cevaplar doğada gizliydi. Sorular ve sorunlarla baş etmenin yolu, doğayla bütünleşmekten geçiyordu.



Concord  (Massachusetts) Amerika Birleşik Devletleri'nin kurulmasıyla sonuçlanan  Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda ilk muharebenin yaşandığı yerdi. Burası karmaşadan uzak, yazarların ve düşünürlerin kendileriyle baş başa kalabileceği bir yer olarak oldukça uygundu. Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau, Margaret Fuller, Bronson Alcott, Orestes Brownson, William Ellery Channing, Frederick Henry Hedge, Theodore Parker, ve George Putnam gibi önemli isimlerin temsilciliğini yaptığı Transandantal Kulübü üç ayda bir çıkan The Dial dergisiyle kırk yıl boyunca  akımın sesini duyurmaya çalıştılar.
1837 yılında Harvard’dan mezun olan Thoreau, şehirden uzaklaşıp orman yoluna saptı.“Yol sizi nereye götürüyorsa oraya gitmeyin, yol olmayan yerden gidin ki; iz bırakın.” diyen Ralph Waldo Emerson’un izinden yürüdü. Concord’un dışında bulunan Walden Gölü’nün yanındaki  Emerson’a ait bir arazide iki yılını geçirdi. Burada kendine bir baraka inşa edip deneyimlerini kaleme aldı. İki yıl, iyi ay, iki güne ait bu deneyiminin adı Walden’di.  Walden or, Life in the Woods (Ormanda Yaşam, 1854)
Emerson’ın denemeleri kadar 19. Yüzyıla damgasını vuran bir diğer isim ise İngiliz romantik şairi William Wordsworth’tu. Henry David Thoreau gibi ofisi dışarıda olan, yapıtlarını doğayla bütünleşerek kaleme alan William Wordsworth,  İngiltere’nin kuzeybatı bölgesindeki Göller Bölgesi’nde (The Lake District) kız kardeşi Dorothy Wordsworth birlikte yaşar. Yakın dostu şair Samuel Taylor Coleridge’in de kendilerine katılmalarıyla birlikte romantik dönemin yapı taşı sayılabilecek önemli şiirlere birlikte imza atarlar. Kendilerine “Göl Şairleri” diyen grup göl kenarında yürüyüşler ve uzun sohbetler yaparlar. Dorothy Wordsworth göl kenarında geçirilen vaktin ardından günlükler tutar. Doğayı anlatan bu günlükler, William Wordsworth ve Coleridge’in şiirlerine de eşlik eder.

1798 yılında Wordsworth ve Coleridge şiirlerinin bazıları, birlikte yayımladıkları Lirik Baladlar (Lyrical Ballads) adlı kitapta toplarlar. Lirik Baladlar 18. ve 19. yüzyıl İngiliz Romantik akımının önemli şiirlerini içinde barındırır. 
Göl Şairleri, Walden Gölü’nde hayallerini suya yazan Amerikalı yazarlara ve özellikle Henry David Thoreau’a da rehber olmuş olsa gerek. “Yürümek” makalesinde Henry David Thoreau William Wordsworth’tan şöyle bahseder.
“Bir gün bir gezgin Wordsworth’un hizmetçisinden efendisinin ofisini göstermesini istediğinde hizmetçi şöyle cevap vermiş; ‘Kütüphanesi burası ama ofisi dışarıda.’”
6 Mayıs 1862’de ölümünden sonra basılan ve The Atlantic Monthly Dergisi’nde yayınlanan “Yürümek”  Henry David Thoreau’nun önemli yapıtlarından biri. Thoreau doğanın ilahi güzelliğinden,  yürümenin ruhani boyutundan bahsederek, okuru tinsel bir boyuta taşır. Bu noktada Mississippi Nehri, bir çeşit büyülü, Kutsal Topraklar olarak tasvir edilir.


Üç bölümden oluşan makaledeki bölümlerin ortak noktası doğanın müthiş güzelliğidir. Bu güzelliği daha da ortaya sunmak için Thoreau, bir parça şiirselliğe de başvurur. İlk bölümde şehir insanına seslenen yazar, doğa ve insan ilişkisinde kalıtsal bir yan olduğundan, insanın doğadan ayrı düşünülemeyeceğinden bahseder. İkinci bölümde Thoreau, doğanın sihirli taraflarını dile getirir ve Amerikan toplumunun doğa üzerindeki olumsuz davranışlarını eleştirir. Okuru doğaya karşı duyarlı hale getirme adına böyle bir tutum sergilediğini de söyleyebiliriz. Üçüncü bölümde yazar okurun duyarlılığına seslenir ve doğanın barındırdığı ruhsal değerlerin üzerinde durur. Üç bölümün toplamında yazar yürümenin doğayla bütünleşme adına fiziksel bir aktiviteden öte bir şey olduğunu savunur.
“Benim sözümü ettiğim yürüyüşün hastaların belirli saatlerde ilaç almaları gibi yapılan egzersiz denen şeyle, ağırlık ya da sandalye sallamayla ilgisi yoktur. Bahsettiğim yürüyüşün kendisi o günün teşebbüsü ve macerasıdır.” Yürümek
Makalenin dili oldukça semboliktir ve Thoreau sık sık okura retorik sorular yöneltir.
“Neden bazen hangi yöne doğru yürüyeceğimize karar vermekte zorlanırız? Bence Doğa kendimizi ona şuursuzca teslim ettiğimiz takdirde bize doğru yönü gösterecek belli belirsiz bir manyetizmaya sahiptir.”Yürümek


“Efsane bize uzun zaman önce insana dönüştüğümüzü anlatıyor ama yine de hala karıncalar gibi alçakça yaşıyoruz. Pigmeler gibi turnalarla kavga ediyor, hata üstüne hata, darbe üstüne darbe yapıyoruz ve elde ettiğimiz en yersiz ve iyi şey aslında sakınabileceğimiz bir zavallılık oluyor. Yaşamlarımız küçük ayrıntılar yüzünden boşa harcanıyor. Dürüst bir adam hesap yapması gerektiğinde on parmağından fazlasına ihtiyaç duymaz. Eğer olağanüstü bir durum olursa belki on ayak parmağına da ihtiyaç duyar, ötesi fazlalıktır. Sadelik, sadelik, sadelik! Ben diyorum ki, işleriniz iki ya da üç olsun, yüz ya da bin değil. Milyonu saymak yerine yarım düzineyi sayın ve hesaplarınızı parmak uçlarınızda tutun. İnsanoğlu, uygar yaşamın çalkantılı denizinin ortasında, bulutlar, fırtınalar ve bataklık kumları arasında, bin bir tehlike içinde yaşamak zorundadır. Eğer kişi rotasını doğru ayarlayamazsa dibe batar ve limana ulaşamaz. Hayatta kalmak ve başarıya ulaşmak için usta bir hesaplayıcı olmak gerekir. Sadeleştir, sadeleştir, sadeleştir.” Nerede ve Nasıl Yaşadım
Thoreau; "Yabanda dünyanın kurtuluşu yatar.” görüşüne inanır, mutluluğun uçsuz bucaksız ormanlarda ve kasvetli bataklıklarda arar. Seçim yapması gerekirse, evini medeniyetin ortasına değil, yabanda inşa etmekten yanadır. “Bir çiftliğin sağlığı için nasıl bol miktarda gübre gerekiyorsa, insanın sağlığı için de dönümlerce çayır manzarası gerekir.” Doğanın gücünün bakir topraklarda yattığına inanır.
“Oyunuzu verin ancak onu bir kâğıt parçası olarak görmeyin, tüm nüfusunuzu kullanarak oy verin.” Diyen,  ödediği dolarların,  bir adam öldürmek üzere tüfek satın almaya yarayacağını düşündüğünden seçim vergisini ödemeyi reddeden ve “Ben ne yapayım?” diye soran vergi memuruna “Eğer gerçekten bir şey yapmak istiyorsan, istifa et.” Diyen Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik terimini dünya üzerine yayarken, attığı her adımda bu tavrının arkasındadır. Transandantalizm ışığında Yürümek en sivil itaatsizliktir.


Candan Selman

Nerede ve Ne için Yaşadım



Gelin bir günümüzü Doğa kadar incelikli bir şekilde yaşayalım. Bir fındıkkabuğu ve demiryoluna düşen bir sivrisinek kanadı gibi yola fırlatılmışçasına yaşamayalım. Gelin erkenden ve çevik bir şekilde kalkalım. Kahvaltımızı tedirginlik içinde değil, keyifle yapalım. Misafirler gelsinler ve gitsinler. Bırakın kapı zili çalsın ve çocuklar bağırışsın. Gün böyle sona ersin. Neden kendimizi akıntıya bırakıp, sürüklenmemiz gerekiyor? Gelin akşam yemeği denen, öğlen çemberi sığlığında, o berbat ve hızlı girdapta altüst olmayalım. Bu tehlikeyi savuşturdunuz mu güvendesiniz demektir çünkü yolun geri kalanı yokuş aşağıdır. Sabah zindeliğinde, kaskatı sinirlerinizle, kendimizi Ulysses gibi direğe bağlayıp, yelken açacak başka bir yol bulalım. Eğer motor ıslık çalıyorsa, bırakın acısından sesi kısılana dek çalsın. Çanlar çalıyorsa neden koşmamız gerekiyor? Ne çeşit bir müziğe benzediğini düşünelim. Kendimizi yatıştıralım ve ayaklarımızı fikirler, önyargılar, gelenekler, yanılgılar ve görünümler çamuruna sokalım.  Paris’ten Londra’ya, New York’tan Boston ve Concord’a kadar, Kilise’den Devlet’e, şiirden felsefeye ve dine kadar tüm yerküreyi kaplayan alüvyon batıralım ayaklarımızı. En sonunda gerçeklik denilen noktaya en dipteki sert ve kayalık böyleye ulaşana dek. İşte burası dediğiniz anda kendinize bir dayanak noktası bulduğunuzda yeniden başlayabilirsiniz. Sonunda akarsuyun, buzun ve ateşin altında bir duvar, bir devlet ya da bir elektrik direği dikebilirsiniz. Belki de oraya nehrin suyunu ölçmek için bir alet dikersiniz. Bir Nilölçer değil Gerçekölçer. Gelecek nesillerin zaman zaman yükselen bu nehrin derinliğini ölçebileceği bir alet.  Eğer bir gerçeğin tam karşında durur, onunla yüz yüze gelirseniz bir palaymışçasına her iki yüzeyinin de parladığını görecek, kalbinizden, iliğinizden ve kemiğinizden geçerek sizi ikiye böldüğünü hissedeceksiniz. Böylece ölümlü hayatınızı mutlu bir sona kavuşturacaksınız. İster hayat olsun, ister ölüm sadece gerçekliğe hasretiz. Eğer gerçekten ölüyorsak, boğazımızdaki hırıltıyı duyalım, ellerimizin ve ayaklarımızın soğuduğunu hissedelim. Eğer yaşıyorsak, işimize bakalım. 
Zaman, içinde balık tuttuğum bir nehir. Suyumu oradan içiyorum. İçerken de kumlu zeminini görüyor ve ne kadar sığ olduğunu fark ediyorum. Cılız akıntısı kayar gider ama sonsuzluğu kalır. İçebilirim daha derinleri, altımda çakıl taşı yıldızlar. Sayamam hiçbirini. Bilmem alfabenin ilk harfini. Doğduğum gün kadar bilge olmadığıma üzülürüm her an. Akıl bir balta, ayırıp, yarar yolunu tüm gizemlerin. Ellerimi gereğinden fazla çalıştırmak istemiyorum. Kafam; hem elim, hem ayağım. Hissediyorum kafamın içinde duruyor en büyük yeteneklerim. Sezgilerim bana kafamın tünel kazamaya yarayan bir araç olduğunu söylüyor.  Tıpkı bazı hayvanların burunlarını ve ön ayaklarını kullanması gibi, ben de tepelerin arasından tünel kazabilmek için kafamı kullanıyorum. En değerli cevherin yakınlarda bir yerlerde olduğunu düşünüyorum. Çatal çubuğum ve ince ince yükselen buharla kararımı veriyorum. Ben madenimi çıkartmaya buradan başlıyorum.

  Henry David Thoreau

  Türkçesi: Candan Selman

Ve Hükmü Kalmayacak Ölümün




Ve hükmü kalmayacak ölümün.
Ölüler tek bir bedende birleşecek çırılçıplak
Rüzgâra kapılmış adamla,  batıdaki ayla;
 Kemikleri sıyrılıp tertemiz olunca ve temiz kemikler yokluğa kavuşunca,
Yıldızlar olacak tepeden tırnağa dirseklerinde ve ayaklarında;
Delirseler bile akılları başlarında,
Denizin dibine batmış olsalar da çıkacaklar yüzeye;  
Aşıklar yitse de, aşk kalacak geride;
Ve hükmü kalmayacak ölümün.

Ve hükmü kalmayacak ölümün.
Kıvrılan dalgaları altında denizin
Uzanıp yatanlar ölmeyecekler yel gibi;
İşkencelerden bükülmüş kasları güçten düştüklerinde, 
Kayışla bağlasalar da bir tekerleğe kopmayacaklar yine de;
Avuçlarında  inanç bölünecek ikiye,
Ve tek boynuzlu iblisler delip geçecek içeriye;
Parça parça olsalar da kopup kırılmayacaklar;
Ve hükmü kalmayacak ölümün.

Ve hükmü kalmayacak ölümün.
Ne kulaklarında çınlar martı çığlıkları
Ne de kıyıları döven dalga sesleri;
Bir çiçek rüzgârda sürüklendiğinde
Kaldırmayacak başını yağmura belki hiçbir çiçek;
Delirseler ve ölseler de mıh gibi,
Papatyalar arasından boy verecek kişilikleri;
Güneşe batacaklar, batıncaya dek güneş,
Ve hükmü kalmayacak ölümün.

 Dylan Thomas

Türkçesi: Candan Selman

Güneyli Bir Melodiye Veda


Rafa kaldırdığım yastığı yorganı
Gün gelecek bir kez daha sereceğim.
Utanırken ben bir kez daha
Kilitli mücevherimi açman için
Beni usulca soymana izin vereceğim.
Tarif edemem asla
On binlerce yolu
Tendeki şehvete açılan
Seviştiğimiz zaman.
Huang E
Türkçesi: Candan Selman


Sürgün



Ellerim dokunmadı zevke senin ellerinden beri
Hayır, dökülmedi dudağımdan bir gülüş senden sonra
Ve uzaklığın arttığı günden beri
Sessizlik kırık bir deniz kabuğu aramızda.

Katlanır aşk açlığa ve yalnızlığa yine de,
Bir kumrunun kanatları çarpıyor kalbimde her gece
Dalgalanır kibarca taktığın yüzük parmağımda
Üstündeki aşınmış mavi taş parladı daha da.


Hart Crane  
Türkçesi: Candan Selman



Geniş Hazırla Bu Yatağı



Geniş hazırla bu yatağı.
Huşu içinde hazırla;
Kıyamet kopana kadar bekle içinde
Kusursuz ve zarif.

Şiltesi düzgün olsun
Yastıkları yuvarlak
Güneşin sarısı
Dağıtmasın orayı bağırarak.

Emily Dickinson

Türkçesi: Candan Selman


Evrenin Işığıyla Oynuyorsun

 

Evrenin ışığıyla oynuyorsun her gün.
Görünmez bir konuk, çiçeğe ve suya gelen
Sıkıca kavradığım o beyaz baştan çok daha fazlasısın.
Bir salkım meyve her gün ellerimin arasında.

Kimselere benzemez oldun, seni sevdiğim günden beri
İzin ver sereyim altına sarı çiçek çelenkleri
Kim yazıyordu güneyin yıldızları arasına adının harflerini dumanla?
İzin ver anımsayayım seni,  bugün gibi, hiç olmadığın günden beri.

Aniden rüzgâr uğulduyor ve çarpıyor kapalı pencereme. 
Gökyüzü hayali balıklarla tıka basa dolu bir ağ.
Rüzgârlar er geç, varacak buraya dağıtacak her birini.
Yağmur çıkarıyor elbiselerini.

Kuşlar geçiyor, kaçışarak.
Rüzgâr. Rüzgâr.
İnsanın gücüne karşı direnebilirim sadece 
Fırtına savuruyor kopkoyu yaprakları
Ve çözüyor dün akşam göğe demir atan bütün kayıkları.

Buradasın. Ah, kaçıp gitmedin.
Yanıt oldun son çığlığıma 
Korkmuş gibi sarıl bana.
Yine de bazen gözlerinden geçip gidiyor yabancı gölgeler. 

Şimdi, şimdi de, küçücüğüm, bana hanımelini getirdin
Ve göğüslerine bile sinmiş kokusu.
Hüzünlü rüzgâr dolanıp, katlederken kelebekleri
Dişliyor erik ağzını mutluluğum ve seni seviyorum. 

Nasıl da acı çektin alışırken bana,
Benim yaban, yalnız ruhuma,  herkesi uzağa kaçırtan adıma.
Öperken birbirimizin gözlerini, pek çok kez şahit olduk, sabahyıldızının yanışına,
Ve başımızın üzerinde dönen yelpazelerde aralanan gün ışığına. 



Sözcüklerim düşüp, yağdı üzerine, yıkadı seni.   
Uzun zamandır seviyorum güneşte yanmış sedef bedenini. 
Tüm evrenin sahibi senmişsin gibi geliyor bana.
Getireceğim sana dağlardan neşeli çiçekleri,
 Yaban sümbüllerini, kopkoyu fındıkları ve öpüş dolu kır sepetlerini. 

Seninle, yapmak istiyorum
İlkbaharın kiraz ağaçlarıyla yaptığı şeyi. 


PABLO NERUDA

Türkçesi: Candan Selman


Battaniye




Güzel bir eylül akşamıydı. İnce beyaz bir ay vadinin üzerinde yükseliyordu. On bir yaşındaki Peter, ayı fark etmedi. Mutfağa dolan serin eylül esintisini hissetmedi. Aklı; mutfak masasının üzerinde durun kırmızı ve siyah battaniyedeydi. 

Battaniye; babasından büyükbabasına bir hediyeydi… Hoşçakal hediyesi. Büyükbaba uzağa gidiyor dediler. Onlar buna “uzağa gitmek” diyordu. 

Peter; babasının, büyükbabasını uzağa yollayacağına pek inanmadı. Ama şimdi – işte buradaydı-- --uzağa gidiş—hediyesi. Babası sabahın erken saatlerinde satın almıştı. Ve bu büyükbabası ile geçireceği son geceydi. 

Yaşlı adam ve çocuk akşam yemeğinin bulaşıklarını birlikte yıkadılar. Babası; evleneceği o kadınlar birlikte dışarı çıkmıştı. Bir süre dönmezdi. Bulaşıklar bitince yaşlı adam ve çocuk ayın altında oturmak üzere dışarı çıktılar. 

“Gidip mızıkamı getireceğim ve senin için çalacağım” dedi yaşlı adam. “Şu eski şarkılardan çalacağım.” Ama mızıka yerine battaniye ile geri döndü. Büyük, iki kişilik bir battaniyeydi. “Ne dersin güzel bir battaniye değil mi?” dedi yaşlı adam dizlerinin üzerine yerleştirirken. “Ve giderken yaşlı bir adamın yanına böyle bir battaniye verdiği için baban oldukça kibar bir adam değil mi? Epeyce pahalı olmalı.Hakiki yünden! Soğuk kış geceleri yaklaşıyor, beni sıcak tutacak. Orada kimsede böyle bir battaniye olmayacak.”

Büyükbaba dönüp dolaşıp aynı şeyi söylüyordu. Durumu kolaylaştırmaya çalışıyordu. Her “uzağa gitme” kelimesini kullandığında, bunun kendi fikriymiş gibi davranıyordu. Düşünün… sıcak bir evi ve dostları bırakıp, o binaya gitmek… kendisi gibi pek çok yaşlıyla birlikte her şeyin en iyisine sahip olacakları o devlet binasına. 

“Ah, evet güzel bir battaniye!” diyerek yerinden kalkıp eve girdi Peter. Onun yanında ağlayamazdı, bunun için fazlasıyla büyüktü. İçeri gidip, büyükbabasının mızıkasını aldı.

Büyükbaba; mızıkayı eline alırken battaniye yere düştü. Birlikte geçirdikleri son geceydi. Yaşlı adam ve çocuk bu konuda daha fazla konuşmaya gerek duymadılar. Büyükbaba notalarda biraz gezindi ve “Bu şarkıyı hatırlayacaksın” dedi.

Hilal şeklindeki ay başlarının üzerindeydi ve vadiden tatlı bir rüzgar esmekteydi. Bu gece son diye düşündü Peter. Bir daha büyükbabasını dinleyemeyecekti. Babası yeni bir eve taşınma konusunda kararlıydı… buradan çok uzağa. Büyükbabası gittiği zaman zaten burada böylesi güzel gecelerde, beyaz ayın altında oturmak istemeyecekti. Müzik bitti. Her ikisi de birkaç dakika sessizce oturdular. Sonra büyükbaba konuştu; “Daha eğlenceli bir şarkı biliyorum.”

Peter; oturup vadiye doğru baktı. Babası o kızla evlenecekti. Evet, onu öpen ve ona iyi bir anne olacağını söyleyen o kızla.

Büyükbaba çaldığı melodiyi kesip “dans edilmediği zaman bir şeye benzemeyen bir şarkı” dedi. Sonra konuşmayı sürdürdü; “Babanın evleneceği kız iyi biri. Öyle tatlı bir eşle birlikteyken kendini yeniden genç hissedecek. Ve benim gibi yaşlı bir adamın evin etrafında ne işi var… ayak altında dolaşan… sürekli romatizmaları ve ağrılarından bahseden yaşlı bir aptalın. Sonra bebekleri olacak. Etrafta olup gecenin her saatinde ağlamalarını dinlemek istemiyorum. Neyse bir iki şarkı daha çalalım sonra yatarız ve biraz uyuruz. Sabah olunca yeni battaniyemi alır, ayrılırım. Şunu dinle. Biraz hüzünlü bir melodi ama böyle bir gece için iyi bir parça.”

Yolun aşağısından iki kişinin geldiğini duymadılar. Babası ve oyuncak bebeklerin suratını andıran soğuk ve parlak yüzüyle tatlı kız. Ama kızın kahkahasını duydular ve şarkı aniden sustu. 

Babası hiçbir şey söylemedi ama kız nazikçe büyükbabanın yanına gelerek konuştu: “Sabah sizi göremeyeceğim o yüzden şimdi size hoşçakalın demeye geldim.” “Çok kibarsınız” dedi büyükbaba yere bakarak; ve ayaklarına düşen battaniyeyi görüp, almak için eğildi. “Bunu gördün mü?” dedi sesi küçük bir çocuk gibi çıkarken. “Oğlum bana giderken götürmem için verdi, güzel battaniye değil mi?” “Evet” dedi kız “Güzel battaniye.” Dokunup yünü hissetti ve “gerçekten güzel battaniye” dedi. Babaya dönüp, soğuk bir sesle: “Epeyce para tutmuş olmalı” dedi. 

Baba; boğazını temizleyip; “Ben… ben, o en iyisine sahip olsun istedim” dedi. Kız ayakta hala battaniyeye bakıyordu. “Hım… aynı zamanda iki kişilik de” “Evet” dedi yaşlı adam. “İki kişilik… yaşlı bir adamın yanında götüreceği güzel bir battaniye.”

Çocuk birden eve yürüdü. Kızın; pahalı battaniye hakkında konuşmasını hala duyabiliyordu. Babasının yavaştan sinirlendiğini hissediyordu. Sonunda kızın gitme zamanı gelmişti. Peter dışarı çıktığında kız arkasını dönüp; “Ne dersen de, iki kişilik bir battaniyeye ihtiyacı yoktu” dedi. Babası gözlerinde komik bir bakışla kıza baktı.

“O haklı baba” dedi çocuk. “Büyük babamın iki kişilik bir battaniyeye ihtiyacı yok. İşte, baba” elinde tuttuğu makası uzattı. “Kes baba… battaniyeyi ikiye kes.” Büyükbaba ve baba çocuğa şaşkın gözlerle baktılar. “Sana söylüyorum baba, ikiye kes ve yarısını sakla.” “Bu kötü bir fikir değil” dedi büyükbaba kibarca. “Bu kadar büyük bir battaniyeye ihtiyacım yok.” “Evet” dedi çocuk “uzağa yollanan yaşlı bir adam için tek kişilik bir battaniye yeterli. Diğer yarısını saklarız baba; ileride işimize yarar.” 

“Ne demek istedin böyle diyerek?” diye sordu baba. 
“Şunu demek istedim” dedi çocuk sessizce. “Sana vereceğim baba… Yaşlandığında ve ben seni evden yollarken.”

Büyük bir sessizlik oldu. Baba, büyükbabanın önüne gidip tek kelime etmeden durdu. Ama büyükbaba anladı ve elini babanın omzuna koydu. Peter onları izliyordu. Ve büyük baba sessizce fısıldadı. “Tamam oğlum, kötü bir düşüncen olmadığını biliyorum.” Peter ağlıyordu. Ama önemi yoktu çünkü her üçü de ağlıyorlardı.

 Floyd Dell
Çeviri: Candan Selman 

Kılıçtan Keskin Öykülerin Samurayı Yukio Mishima

Yukio Mishima; Japonya’nın en çok tartışılan, en ilginç yazarlarından biri. 1925 doğumlu yazarın gerçek adı Kimitake Hiraoka. On iki yaşına kadar babaannesiyle büyüyen Mishima’nın çocukluğu kız arkadaşlarıyla oyuncak bebeklerle oynayarak geçer. Samuray kökenli bir aileden gelen büyükannenin yanından ayrılıp anne ve babasının yanın giden Mishima burada da sağlıklı bir çocukluk dönemi geçiremez. Babası sert bir disiplin altında oğlunu yetiştirmeye çalışırken, annesi ona bir sevgili gibi davranır. Eşcinsel eğilimleri olan Mishima’nın annesiyle ensest ilişki içerisinde olduğu söylentileri hayli fazladır. Yaptığı evlilik ise hasta annesine bir bakıcı bulma amacı doğrultusundadır. İlk mastürbasyonunu Aziz Sebastian’ın oklara hedef olmuş görüntüsünün bulunduğu tabloya bakarak yapan Mishima, daha sonra 1968 yılında Rampo Edogawa’nın romanından uyarladığı Kurotokage (Siyah Kertenkele) adlı filminde kendini Aziz Sebatian rolüne sokar.


Hayatı boyunca samuray değerlerini savunan yazar, 1970’de yarı askeri bir örgüt olan Tatenokai üyelerinden dört yoldaşıyla birlikte Japonya Silahlı Kuvvetlerinin Tokyo’daki bir kampını ziyaret ederek komutanı esir alırlar. İmparatorluğun hakları üzerine yazdıkları bir manifestoyu okurlar ve ardından Mishima, seppuku yani hara-kiri yöntemiyle intihar eder. Tatenokai üyelerinden biri olan Hiroyasu Koga ise intiharın tamamlanması için Mişima'nın başını kılıçla keser.

Hayatı boyunca üç kez Nobel Edebiyat ödülüne aday gösterilmiş 143 öykü, 20 roman, 52 oyun ve 13 makale yazmıştır Yukio Mishima; Japonya’nın en çok tartışılan, en ilginç yazarlarından biri.

Yazarlığın yanı sıra tiyatro yönetmenliği, aktörlük, müzisyenlik, dövüş sanatları ve mimariyle ilgilenen Yukio Mishima’nın başlıca eserleri:

Bir Maskenin İtirafları/ 1949
Aşka Susamak/ 1950
Yasak Renkler/ 1953
Dalgaların Sesi/ 1954
Golden Pavilion Tapınağı/ 1956
Kyoko’nun Evi/ 1959
Şölenden Sonra/ 1960
Denizi Yitiren Denizci/1963
Yaz Ortasında Ölüm /1966
Kaçak Atlar /1969
Şafak Tapınağı /1970


Tartışmalı yazar Mishima’nın tartışmasız en güzel öykülerinden biri, “Yaz Ortasında Ölüm” kitabından “Üç MilyonYen” öyküsüdür. Asuka’da yaşayan Kenzö ve Kiyoko fakir ve tutumlu bir çifttir. Muhabbet tellalı bir kadınla buluşup, ilk defa yapacakları bir iş hakkında konuşacaklardır. Her bakımdan doğru bir hayat yaşayan karı koca gecenin geç saatlerinde bir grup yaşlı ve zengin kadının önünde onları eğlendirmek için para karşılığı sevişeceklerdir. Okuyucu olarak öykünün sonuna kadar bu yaşanacak gerçekten habersiz karı kocanın bir alışveriş merkezinde vakit geçirmelerine tanık oluruz. Zaman zaman Kiyoko huzursuzluğunu ele verir, korktuğunu ve utandığını belli eder. Aynaların önünden geçerken ve karanlıkta kendini çıplak hisseder. Karısına göre daha çocuksu bir yapısı olan Kenzö tüm öykü boyunca onu geceye hazırlamaya ve rahatlatmaya çalışır. Eğlence merkezinde hazırlanmış gösterileri seyretmek, bir şekilde gösteri olacakları saatlere alışma çabasıdır. Eğlence, umut ve zenginliğin simgesi olan neon ışıkları tüm şehri olduğu gibi pagodayı da aydınlatmaktadır. Saflığın, umudun ve güzelliğin simgesi olan pagoda öykünün sonunda karanlığa gömülür. Geleneklerine bağlı bir yazar olan Mishima “Üç Milyon Yen” öyküsünde para yüzünden değerlerini kaybeden Japon toplumunu eleştirir. Fakirler fahişeye dönüşürken, zenginler de sapkın hale gelir. Şans için satın aldıkları kraker Kiyoko ve Kenzö’ya mutsuzluktan başka bir şey getirmez. Öykünün başından sonuna kadar yapacakları işten huzursuzluk duyan Kiyoko, öykünün sonunda kocası Kenzö’dan daha güçlü görünür. Parayı parçalayamayan Kenzö, para yerine krakerleri parçalamaya çalışır. Ama kir bir kere üstüne bulaşmıştır.


Candan Selman

Malihulya Ya Da Melancholia



Dünyanın sonunun geleceği aylar öncesinden bellidir ve insanoğlu  bu gerçeği istemeden kabullenmiş son geceye, yeni yıla girecekmiş gibi  hazırlanmaktadır.  Son an geldiğinde fonda çalan Quantanamera şarkısı ile ekran beyaza düşer ve ben yıllarca unutamayacağım bir sekansı hafızama kazıyarak  sinemadan ayrılırım. Yıl 1999, İstanbul Film Festivali, aylardan Nisan.





O güne değin izlemediğim türden bir “kıyamet” filmidir bu… Last Night (Son Gece); Kanadalı oyuncu Don McKellar’ın ilk uzun metrajlı filmi.  Patlamalı, koşuşturmalı, nefes tutmalı felaket filmlerine inat Quantanamera eşliğinde beni ağlatan ilk uzun virajlı filmim…
Sonraları  kimi zaman düz, kimi zaman dik, kimi zaman az ya da çok virajlı filme saptım. Bazen yönetmenin, bazen oyuncunun, bazen de hikâyenin büyüsüne kapılıp seçimler yaptım.






Bu sefer  ismiyle kendini bana gösterdi. Melankoli. Afişe yaklaştım. Kirsten Dunst gelinliğiyle kendini sulara bırakmış yatıyordu. Kulağımda Nick Cave, Kylie Minague ile düete başladı; “Where the wild roses grow…”


Filmlerinin çoğunu beğenerek izlemekle birlikte Lars Von Trier hayranı olduğumu söyleyemem size. Bazen uzak, bazen de yakın bulmuşumdur kendime. “Dalgaları Aşmak” onu ayrı tutuyorum hepsinden. Afişi; oyuncunun, yönetmenin ve filmin adını duyunca melankoli dalgaları aşıp bana ulaştı. Filmler üzerine hiçbir ön bilgi edinmeden; gözümü, kulağımı kapayarak izlemek isterim filmi. Bu da öyle oldu. Kapattım kendimi dünyaya ve sonunda melankoli ile baş başa…
Şayet filmi izlemediyseniz buradan sonra yazacaklarımı okumanızı önermem. Hızla sayfanın altına gidin ve mavi resimden itibaren okumaya devam edin. Yok ben filmi izledim ve her şeyi duymaya hazırım diyorsanız, buyurun sayfa sizin…
İki bölümden oluşuyor film. İki kız kardeşin adını alıyor bölümler; Justine (Kirsten Dunst) ve Claire (Charlotte Gainsbourg).  






Justine:
Büyük bir düğünle başlıyor filmimiz. Justine ile Michael’ın düğünü. Gelinin ablası Claire ve kocası John (Kiefer Sutherland) tarafından hiçbir masraftan kaçınılmayacak şekilde organize edilmiş, sabaha dek sürecek bir eğlence. Justine hüzünlü. Bir gelin için hüzün az laf. Mutsuzluk yüzünden okunuyor. Büyük malikâneye kapıdan girerken gözü gökyüzüne takılıyor. Samanyolu’ndaki kırmızı renkli yıldızı fark ediyor. Amatör astronom John, onun Akrep takım yıldızının kalbi Antares  olduğunu söylüyor.
Gecenin yıldızı olarak Justine’in kendi düğününe konsantre olamadığını, gece boyunca herkesten ve her şeyden kaçtığına tanık oluruz. Bir ara tek başına gidip gökyüzüne bakar, küçük yeğeni Leo’yu yatırır, küvete yayılır ve hatta yeni tanıştığı patronunun yeğeniyle kaçamak sevişir. Ve gecenin sonunda damat Michael onu terk ederek başlamadan bir evliliği sona erdirir. Ertesi gün kız kardeşiyle at binen Justine, kırmızı yıldızı gökyüzünde görememektedir.


Claire:
Ağır bir depresyon geçiren Justine bir süre önce düğünün yapıldığı ablası Claire ve eniştesi John’un malikânesine yerleşir. Yemek yemiyor, banyo yapmayı reddediyor, neredeyse hareket bile edemiyordur.
Kız kardeşiyle ilgilenen Claire’i huzursuz eden daha büyük bir sorunu vardır. Güneşin ardında gizli duran Dünya benzeri  oldukça büyük mavi bir gezegen olan Melankoli görünür olmuş, Dünya’ya yaklaşmaktadır. Bu durum eşi John’u oldukça heyecanlandırır. Bilim insanları  tarafından Dünya’nın yanından geçip gideceği söylenen Melankoli’yi oğluyla birlikte daha net izleyebilmek için teleskop bile satın almıştır.  Claire de heyecanlıdır ama onun heyecanı daha çok tedirginlikle örülüdür. Bazı bilir kişiler bu geçip gitme durumunu “Dünya ve Melankoli’nin Ölüm Dansı” olarak tanımlıyordur. John her ne kadar Claire’i rahatlatmaya çalışsa da Melankoli tüm ihtişamı ile ürpertici biçimde Dünya’ya doğru gelmektedir.
Kız kardeşi ile at binen Justine gökyüzünde Melankoli’yi ilk gördüğü an çok sevdiği atını dövmeye başlar. Artık bir sonun başlangıcına girdiğini hissetmektedir.



Evet Justine’in önsezileri oldukça güçlüdür ve nasıl olduğunu bilmediği bir şekilde olacakları hissedebiliyordur. O andan itibaren Melankoli gezegeni Dünya’ya yaklaşırken Justine’in içindeki melankoli uzaklaşmaya başlar. İlk bölümde düğünü kontrol etmeye çabalayan ablası Claire ise tüm soğukkanlılığını kaybetmiş, ne yapması gerektiğini bilememektedir. Claire geceleri korkudan uyuyamazken, Justine mavi gezegenle bütünleşmektedir.

Dünya zaten tüm pislikleriyle yaşanılası bir yer değildir ve bu yüzden Justine içindeki melankoliyi bir yana atıp yaklaşmakta olan Melankoli’ye kollarını açar.
İlk bakışta gerçekten mavi gezegen Dünya’ya selam verip gidiyor gibidir. Uzaklaşmakta olan Melankoli Claire’i ve John’u rahatlatır. Fakat sabah Claire eşi John’u ahırda atların yanında intihar etmiş olarak bulur. Melankoli geçip gitmemiştir, Dünya’ya daha da yaklaşmıştır. Yapacak bir şey yoktur. Claire önce oğlu Leo’yla kaçmaya çalışsa da dakikalar içinde kaçacak da bir yer olmadığını anlar.
Justine’in düğününü titizlikle organize etmeye çalışan Claire, kendilerini bekleyen sonu organize etmeyi başaramaz. Ne kendini, ne de oğlunu teskin edebilir. Düğün günü kendini kaybeden Justine ise ablasının tersine bilge bir edayla küçük Leo’ya korkmaması gerektiğini, sihirli bir mağara inşa ederek, onu gezegenden koruyacağını söyler.





Eski dilde malihulya Türkçe’de karasevda olarak bilinen melankoli; insanı ortada somut bir gerekçe yokken dahi mutsuzluk haline sokan ve yalnızlığa iten ruh halidir. Bir kara deliktir insanı yutan, dünyasını parçalayan… 
Lars Von Trier’in Melankoli’si de insanı bir karadelik gibi kendine çekiyor. Felaketler içten dışa, dıştan içe doğru gelebilir. Melankolik bir patlama dünyanızı yok edebilir. Don McKellar’ın Son Gece filminden sonra pek çok felaket filmi izledim. Ama yıllar sonra  Melankoli ile birlikte  Quantanamera çaldı yine içimde…

Meraklısına:
.Justine'in gelinliğiyle elindeki çiçek buketiyle çay üzerine uzanmış hali, John Everett Millais'ın "Ophelia " isimli tablosundan esinlenerek tasarlanmıştır.
.Lars Von Trier’in “Dalgaları Aşmak” filmindeki damat Stellan Skarsgård, Melonkoli filminde Justine’in patronunu oynarken, oğlu Alexander Skarsgård  bu sefer damat rolündeki Michael’ı oynamaktadır.
. Justine rolü için önce Penélope Cruz düşünülmüş ama Karayip Korsanları’nı bırakamayan Cruz’un yerine Kirsten Dunst getirilmiş.
.Film süresince John golf sahasında 18 adet delik bulunduğunu özellikle vurgular. Ama finale doğru Claire  yanında bayrağı bulunan 19. deliğin yanından geçer. Lars Von Trier’e göre “19.Delik” Limbo’dur; Cehennemin sınır noktası…


Candan Selman

“Palyaço Söyledi Ben Yazdım”

  Pek çok kültürde eğlence figürü olarak kabul edilen palyaçolar, maskelerinin altına sakladığı yüzlerinden olsa gerek, komik oldukları kada...