19 Şubat 2024 Pazartesi

“Palyaço Söyledi Ben Yazdım”

 


Pek çok kültürde eğlence figürü olarak kabul edilen palyaçolar, maskelerinin altına sakladığı yüzlerinden olsa gerek, komik oldukları kadar ürperticiler de. Koulrofobi, Yunanca'da tahtabacak anlamına gelen ""κωλοϐαθριστής"" kelimesinden türemiş. Anlamı; Palyaço Korkusu. Dayak yiyen, yere düşen, ıslanan, şaşıran kısaca insanları güldürmek için komik hareketler sergileyen bu kadar renkli bir tiplemeden korkmak, kapatılmış bir yüzün yarattığı bir duygu olsa gerek. Gizlenmiş bir yüzün ardında yatanın iyi mi kötü mü olduğuna karar verememek, varlığı bir tehdit unsuru olarak algılamak, bu özgül fobinin kaynağı olabilir.

Palyaço fobisinin altında yatan nedenlerin başında çocuklukta izlenmiş, bilinçaltında yer etmiş korku filmlerinin de olduğunu söylesek hata yapmış olmayız sanırım. Hangimiz romandan sinemaya uyarlama Stephen King’in palyaçosu Pennywise’dan, O’dan korkmadık ki? Kimi filmlerde karakterler saklanmak, kaçmak yerine korkularının üzerine gidiyorlar. Tıpkı 2009 yapımı Zombieland filminde olduğu gibi. Yaşanan zombi felaketinin ardından, post apokaliptik bir dünyada karakter lunaparkta karşılaştığı zombi palyaçoyu öldürerek, korkusundan arınır.



Genelde korku filmlerini kurbanın gözünden görür, hikayeyi kurbanın bakış açısıyla değerlendiririz. Bu bağlamda katilden, yaratıktan, kötü varlıktan korkarız. Kurbana üzülür, kaçsın, saklansın, kurtulsun isteriz. 2014 yapımı Jon Watts filmi Clown “Palyaço” bu zincirin dışına çıkıyor ve bizi canavarın psikolojisiyle tanıştırıyor. Filmin yapımcıları Jon Watts ve Christopher D. Ford 2010 yılında filme sahte bir fragman çeker ve videoya “Korkunun ustası Eli Roth’tan” yazarlar.

Fragmanı izleyen Roth fikirden hoşlanır ve filme desteğini verir. Ve film 2014’te izleyicisiyle buluşur.

Jack’in doğum günü partisi vardır. Partinin sürpriz konuğu ise bir palyaço olacaktır. Ama organizasyonda bir sorun olur ve palyaço gelemez. Bunu haber alan Jack’in babası Kent soruna bir çözüm bulacaktır. Emlak işiyle meşgul olan Kent, evin birinde eski bir sandık içerisinde tozlu bir kostüm bulur. Zamanlama mükemmeldir. Kent palyaço kostümünü giyer, eve gider ve partiyi kurtarır. Fakat bir sorun vardır. Kostüm Kent’in üzerinden çıkmayacaktır.



Bedeniyle adete bütünleşen, derisine yapışan, etiyle kaynaşan palyaço kostümü Kent’in ve çevresindekilerin hayatını zindana çevirmeye başlar. Şeytan, Kent’in bedeninde vücut bulmaya başladıkça, Kent’in de bu kötü varlığı beslemesi, diri tutması gerekmektedir. Bunun için de çocukları yemesi gerekiyordur. Bu noktada şeytan tarafından henüz tamamen ele geçirilmemiş Kent, iç dünyasında büyük bir savaş vermeye başlar. Bedeni açlıkla tatmin olmayı beklerken, ruhu böylesi vahşi bir eylemi gerçekleştirmemesi için direnç gösterir. Kent çözümü kaçıp, saklanmakta bulur. Eğer kendine engel olamazsa, zaman tanrısı Kronos gibi kendi çocuğunu yiyerek büyüyecek, güçlenecektir.

“Uyuyamıyorum, palyaçolar beni yiyecek,” diyen Alice Cooper’ın şarkısında olduğu gibi Jack ve annesini zorlu bir süreç bekliyordur. Jack’in annesi ne olursa olsun eşini yanlarında isterken, Jack de çok sevdiği babasını doyurmaya çalışır. Clown’u izlerken 1980 yapımı The Shining’i de hatırlamadan edemiyor insan. “Güvendiğim dağlara karlar yağdı” nidasıyla, ürkütücü baba figürünün filmin merkezine yerleştiren ve babayla izleyiciyi korkutmayı hedefleyen Stanley Kubrick’in aksine Jon Watts palyaço babaya karşı empati kurmamızı sağlıyor. Ne kadar vahşileşirse vahşileşsin, izleyici olarak Kent’e acıyor ve düştüğü bu çıkmazdan kurtulsun, mutlu günlerine geri dönsün istiyorsunuz.

Tüm geriliminin altında Clown içten içe hüzünlü bir film. Turgut Uyar’ın şiirinde dediği gibi,

“bunu palyaço söyledi,

palyaço söyledi ben yazdım

yazdım, yazmasam ağlayacaktım.”

 

Candan Selman

20 Eylül 2022 Salı

Okumayın Beni Size Yalan Söyledim

 


Eğer kâğıda uzanabilseydim, size bir mektup daha yazacak ve beni neden okumamanız gerektiğini anlatacaktım. Ama eylül çoktan gitti ve dostu ekime, uzaktan ıslık çalıyor. “Hadisene be,” diyor. “Şişt sarı, yürü!’ diyor. Ağzı bozuk eylülün, yazdan kalma bir rehavet.

Sonbahardan ve gözlerimi kör eden bu yapraklardan kurtulabilseydim size bu mektubu yazacak ve ‘şiirimden uzak durun!’ diyecektim. Eskiden beri bilirim; “Dokunabilir ve sessiz olmalı şiir yuvarlak bir meyve gibi.” Oysa benim şiirim lirik soprano, üstüne basılmış bir muz kabuğu gibi. Ne yuvarlak ne meyve. Görmeden okur, basarsanız kelimelerime kayar gidersiniz. Çünkü o bir kabuk. Yangınlardan ve reçine kanallar kazıp çıktığım istilalardan kalma bir yaranın kabuğu. Annem üflerken, babam tentürdiyot sürerken.

Bilirim “Yosun tutmuş pencere pervazındaki aşınmış taş gibi suskun - Kuşların uçuşu gibi sözsüz olmalı şiir.” Oysa benim martılarım var. Çığlık çığlığa bağıran yeri göğü köpük ve kanat yapan martılar. Peşimi bırakmayan nereye gidersem gideyim, arkamdan saçlarıma takılan. Size adadan bahsedebilseydim şayet çam limanından ve kafamdaki terk-i dünyadan, o zaman görürdünüz şehir nerede, siz neredesiniz.  Ama siz adımınızı atar, beni okur ve o vapura binerseniz, bir martı olarak geri dönersiniz. Çünkü vapur uzaklaştıkça şehir küçülür, yakınlaştıkça büyür. O şehirden ne zaman ayrılsam bende her şey büyür.

Martılardan, adadan ve vapurdan söz edebilseydim, size denizi de anlatırdım. O fırtınayı. Bir o yana bir bu yana savrulan italik adımlarımı. Ve lodostan arta kalan kafiyesiz tuzlu dudaklarımı. Yutarak dalgaları kıyıya yanaşır, suni olmayan bir teneffüsle karşılardım sizi karada. Çünkü öyle çok deniz var ki içimde can yeleklerim paramparça.

Gemiler var büyük, adalar var kıpırtısız, aşk da var tadı tuz. Kim bilir belki size o denizciden de bahsederdim. Avutuşlarında kayıp, kıyısında ayıp, gezdiğim koyunda. Ama anlatamam çünkü bilirim. “Gerçeğe eşit olmalı şiir: Gerçeğin kendisi değil.”

Farz edelim ki ben yazdım bu mektubu tüm gerçekliğe inat. O zaman bastırın teninize, şiirden bir merhem. Yaranızım sizin, okumayın beni.

Bakmayın siz gün gelir ve gün gider, değişiverir mevsim.  Göğe kokar ıhlamur, toprakta kavuşur yağmur  “Kış yapraklarının gerisinde anı anı bellekte kalır ya” bilirim “Zamanda kımıltısız olmalı şiir” okumayın beni size yalan söyledim. Ben aslında kışı severim.

Candan Selman


12 Eylül 2022 Pazartesi

"Nöbet Çiçeği" romanından / Candan Selman

 


“Şarkı bitince herkes kendi içine döner

Sessizliği bozacak yeni bir sokak arardı.

Yalnızlığı bazalı, yastığı mimozalı gecelerde

Her şey ansızın kendine sönerdi.

Metrodaki keman sesi

Masadaki hardaldı.

Yokluğu fark yaratmaz, varlığı anlamdı.

Öyle bir çiçek

Kendi yeşil, aklı pembe

Kuytuyu sever

Penceremde görünmez bir yerde.

Bir tohum ki göğe taşmış

Geceyle dost, saçlarımda lodos

Ben uyurken

Nöbet çiçeğim aşktan açmış.”

  “Ne oldu? Ben şiir bilemez miyim? Nöbet Çiçeği… Nüvit’in en sevdiğim şiiri. Vahe babam tanırdı Nüvit Alkan’ı. Sadece onu değil, sanat camiasından pek çok tanıdığı insan vardı. Ressamlar, şairler, müzisyenler. Şişli’deki evi hafta sonları dolup taşardı. Rakı sofraları kurulur, sabahlara kadar sohbetler edilirdi. Annesi rahmetli eski tiyatrocuymuş. Babası da modacı. Zamanında bütün sanatçıları o giydirmiş. Vahe babam da güzel sanatlarda resim okumuş aslında. Ama ticareti seven bir adam, resim para kazandırmıyor o dönem.  Hoş bu dönem de kazandırmıyor ya neyse. Ticaret adamı olmuş ama sanatçılardan da uzak kalamamış. Evinin kapısı herkese açıktı. Odanın birinde mutlaka o dönem yatılı kalan biri olurdu. Ya evinden kovulmuş bir şair, ya eşinde kaçmış bir ressam ya da o ay kirayı denkleştirememiş bir yazar. Sabahlara kadar memleketin hali ve sanatın durumu konuşulur, varoluşsal sancılara çözümler üretilirdi. Şarkılara şiirlerle eşlik edilir, doğan gün uykulu gözlerle karşılanırdı. Yirmi yaşında falandım, ilk kez evine gittiğimde. Sudan çıkmış balık gibiydim. Yani bizim evimizde de yenilir, içilir, sazlı sözlü sohbetler edilirdi ama buradaki gibi değil. Bu başkaydı. Herkes kitap gibi konuşuyordu. Kadınlar yerinden kalkmıyordu. Tabağa boşalan kendi kalkıp dolduruyordu. Kavga eder gibi her konuyu bağıra çağıra konuşuyordu herkes. Kadınlar erkekler bir an geliyor birbirlerine girecekler zannediyorum sonra birden bir kahkaha patlıyor, ben espriyi anlayamadan herkes birden kendi sakinliğine geri dönüyordu. Bilmediğim şarkılar söyleniyor, etrafta daha önce hiç duymadığım isimler dolanıyor ve kitaplar ve kitaplar konuşuluyordu. Gözlerim parıldadı. O güne kadar hiç parıldamadığı gibi parıldadı. Sanatçı değildim, öyle bir yeteneğim yoktu. Onlar gibi olamazdım. Vahe babama baktım. Ama onun gibi olabilirdim. Konuşulanlardan anlayan, softasını güzel insanlarla paylaşan bir adam olabilirdim. Benim de yerinden kalkmayan, benimle kavga eder gibi tartışabilen ama sonra kahkahasıyla sakinleşen bir kadınım olabilirdi. Karım değil, bir kadınım olabilirdi. Ve sanırım başardım bunu. Şu an bu evin anahtarına sahibim. Bir insanın anahtarına sahibim, bir kapının değil.

Şu tabloya bakın Marc Chagall’ın Doğum günü tablosu. Bu tabloyu Ayten’e ben aldım. Doğum günümde. Evet yanlış duymadığınız kendi doğum günümde aldım. Öyle doğum günü falan seven bir insan değilim. Annemi babamı da sevmem. Doğduğum günü hatırlamıyorum elbette ama hatırlayabilecek olsam, hatırlamak istemem. Ama o gün tütün almaya benim işyerinin yanındaki eski bir pasaja girdim. Daha önce dikkatimi çekmemişti. Ayten’den önce yani böyle şeyler dikkatimi çekmezdi. Kitaptı, resimdi, heykeldi falan. Tam çıkacağım pasajdan, küçücük bir dükkân var resim mesim satıyor. Gözüme çarptı bu tablo. Kadını nedense Ayten’e benzettim galiba. Ya da bu eve. Baktım altında ‘birthday’ yazıyor. Çok şaşırdım. O gün doğum günümdü. Ben bile unutmuştum. O tablo bana günün tarihini ve önemini hatırlattı. İçeri girip hemen satın aldım. Ama kendi evime asmak beni hüzünlendirecekti. Hemen Ayten’i aradım. Günlerden perşembeydi, hani normalde adada olmaz, cumadan gider adaya. ‘Neredesin?’ dedim ‘Evdeyim, adada.’ dedi. Şaşırdım, meğer dersi yokmuş o hafta erkenden gitmiş. ‘İyi dedim, geliyorum akşam sekiz vapuruyla, evde ol,’ dedim. ‘Tamam,’ dedi. Elimde tabloyla kapıdan girince şaşırdı. O güne kadar ona bir hediye almamıştım. ‘Bugün benim doğum günüm de,’ dedim. ‘Sana bir doğum günü tablosu almak istedim,’dedim. Şaşırdı, gözlerinin içi öyle bir parladı ki yıldızlar sönük kalır. Ayaklarım yerden kesildi, bu tablodaki adam gibi. Diyeceğim o ki, hiçbir şeyi zorlama hayatta. Akışına bırak. Hayat çıkaracaksa çıkarır karşına, önüne bir tabloyu getirir koyar. Hem kendi doğumunu hatırlarsın, hem de bir aşkı doğurursun.”


Candan Selman

Nöbet Çiçeği 

 

24 Aralık 2021 Cuma

"Ejder Meyvesi Kadar Pembe" Candan Selman




“Artık varsa yoksa Metin’di. Benden üç yaş büyük ağabeyim. Beşiktaşlı babam, abimle bana Metin ve Tekin adını takmış. Bizi, tuttuğu takım kadar sevdi mi bilemiyorum. Her zaman bir mesafe vardı aramızda. Gidişinden sonra da aramızdaki mesafe fiziksel olarak da boy gösterdi. Annem ise babama inat ağabeyime bağlandı. Metin de bu teselliye sessizce boyun eğdi, annemin bir dediğini iki etmedi. Görünmez gibiydim. Ne annem, ne babam ve ne de ağabeyim vardı. Bir gölge gibi evin içinde dolaşıyor ve kendimi kanatırcasına özgürlüğümün tadını çıkarıyordum. Bir hafta sonu tam kapıdan çıkarken arkamdan bağırdı annem. ‘Metin, geç kalma!’ Üçlü kanepeye yayılmış mizah dergisi okuyan ağabeyimle göz göze geldik. Bir şey söylemeden evden çıktım. Artık bir adım bile yoktu. Şunu anladım ki metin olmam gerekiyordu…
Yanlış oğula bağlanmıştı. Tekin olmayan oydu, ben değildim. Ama yine de Metin olmak bana düşmüştü.”



Candan Selman dördüncü öykü kitabı EJDER MEYVESİ KADAR PEMBE’de kuzguni bir dünyanın solgun renklerini dile getiriyor. Ötekine karşı kör olanları, birbirine tıpatıp benzeyen, tükettikçe tükenenleri ve uyuyamayan bir gezegeni anlatıyor. Her bir öykü ‘belki de yanlış olan anahtar değil, kapıdır’ diye sesleniyor. 



"Şehrin Sakini" Candan Selman



Şehrin Sakini 

Aslına bakarsanız kim kimi büyütür bilinmez. Büyümek Alice’in, harikalar diyarındaki, üzerinde “Beni Ye” yazan sihirli keki yemesine benzemez. Kapıdan geçecek kadar küçülmek, masadan inecek kadar büyümek, her zaman masallardaki kadar kolay olmaz. Bebeklikten çocukluğa, çocukluktan gençliğe ve gençlikten yetişkinliğe uzanan yol, harikalar diyarının çiçekli bahçesine benzemez. Sancılıdır büyümek…

Zombilerden transandantalizme, Milgram Deneyi’nden Harry Potter’a uzanan bir yolculuk. Şehrin Sakini, Candan Selman’ın 2000'lerin başından beri dergilerde ve kitaplarda çıkan yazılarından oluşuyor.


25 Aralık 2019 Çarşamba

Tehlikeli Yaş




Bir zamanlar soğuk ay, yanan güneş gibiydi; Ateşimle onu söndürdüm. Şimdi o soğuk ve ölü; Yansıması az ve yalan.

Şu an gece. Yıldızlar başımın üzerinde parıldıyor. Sana neden tüm bunları yazdım Joergen Malthe?  Senden asıl istediğim ne?

Hayır, hayır!.. Bu dünyada asla olamaz…
Bu mektubu asla okumamalısın. Asla asla! Seni seviyor olmamdan başka bilmen gereken ne var ki? Seni seviyorum ! Seni seviyorum!

Sana sakin ve mütevazi bir şekilde tekrar yazmalı ve sana basit bir gerçeği söylemeliyim; Gelecekten ve bir gün beni sevmekten vazgeçeceğinden korkuyordum. Bu yüzden kaçtım.

Hala gelecekten ve beni sevmeyeceğin zamanın gelmesinde korkuyorum. Ama direncimi kıran tek bir gerçek var o da seni seviyor olmam. Hayatımda ilk defa. Bu yüzden bana gelmen için sana yalvarıyorum; Ama şimdi, hemen. Bir hafta ya da bir ay bekleme. Üzerinde çiçekleriyle ıhlamur ağaçlarım kokuyor. Seni istiyorum Joergen. Şimdi, ıhlamurlar çiçek açarken. Gelirsen ne yapmamı istiyorsan, yapacağım.

Eğer benden karın olmamı istersen, sahiplerinin peşinden giden yaşlı kadınlar gibi neşeyle bunu kabul edeceğim. Ama bunun için bana biraz zaman vermen gerekiyor çünkü hevesli misafirler için evi hazırlamam gerekecek.

Vereceğin karar ne olursa olsun bundan mutluluk duyacağım ve hepsinin beni çok heyecanlandıracağına eminim.

Öyleyse yılların geçmesine ve yaşının benimkine yaklaşmasına izin ver!

Seninle ilgili pek çok güzel anı ektim. Ve bundan sonra güzel duygular ormanımda ölüm gelip beni alıncaya dek gezineceğim.

Güneş, pencere camımı aydınlatıyor; yaydığı ışıklar gökkuşağımın renklerini mutlulukla kıpırdatıyor gibi.

Sen çocuk! Nasılsın?

Gel ve benimle yaşa  ya da birlikte geçirdiğimiz mutlu saatlere geri dön.

Mektup gitti. Jeanne onu alıp, kasabaya doğru kürek çekti.

Akşam postasını kaçırmaması için çabuk hareket etmesini söyleyip, mektubu ona verdiğimde sorgulayan gözlerle bana baktı. İkimizin gözleri de yaşlandı.

Jeanne’den hiçbir zaman ayrılmayacağım. Onun yeri ben de ayrı  Joergen yeri de ayrı. Pencereden beyaz botun içerisinde kürek çekişine baktım. Kürekler ona ağır geliyor. Daha güçlü olsaydı… Kasaba uzakta…

Hiçbir zaman akşamüstleri bu kadar sakin olmamıştı. Her şey dinlenmeye geçmiş ve sessiz. Gökyüzü ve yeryüzü çok haşmetli görünüyor. Ormanda ve bahçede öylesine bir şey düşünmeden gezindim. Bastığım yeri hissetmiyor gibiydim. Çiçekler harika kokuyordu ve ağır ağır yürüdüm.

Nasıl uyuyabilirim ! Mektubumu elime alıncaya kadar ayık olmak zorundayım.

Şimdi sakin gecede ona doğru hızla gidiyorum. Mektubum benden önce ulaşacak ona.

Tekrar gencim… Evet genç, genç! Gece ne kadar da mavi! Denizde tek bir ışık bile görünmüyor.

Eğer bu gece hayattaki son gecem olsaydı  bundan şikayetçi olmazdım. Mutluluk çok yakınımda. Kalbim; susuz kalmış bir bitkinin çiyi içmesi gibi  geceyi açıp yudumluyor.

Her şey öylece durmuş gibi. Tekrar Elsie Bugge’yum. Bütün genişliği ve güzelliğiyle tekrar hayatın kapı girişinde duruyorum.

O geliyor…

Sabah treniyle geliyor. Bu çok yakın bir zaman.

Neden bir iki gün beklemedi ki? Kendimi toplamak için zaman istiyorum. Yapacak çok şeyim var.

Ellerim titriyor!

Telgrafını kalbime yakın tutuyorum. Şimdi biraz daha sakinleştim. Jeanne neden yatağa gitmem için ısrar ediyor? Hasta değilim.

Yarın solacağı için bu geceden vazoları çiçekle doldurmamız gereksiz diyor. Evde yeterince yemek olduğuna dair  Torp’a güvenebilir miyim? Başım dönüyor. Çimenler biçilmeli ve çitlerin yanındaki çalılar kesilmeli!… Of ! ne kadar aptalım ! Çimenleri ve çalıları fark edecek!

Jeanne; “Beyefendi nerede uyuyacak?” diye sordu. Cevabını veremedim. Sanırım üst kattaki küçük odayı hazırlayacak. En çok güneş alan odayı.

* * * * *

Jeanne, düşüncelerimi mi okudu? “Arkadaşım” buradayken aşağı katta Torp’la yatmak istediğini söyledi.

Üç dişli tarağımı Lillie’ye verdim ne kadar aptalım. Kibarca onu kırmadan nasıl geri isteyebilirim acaba? Joergen, ona alışmıştı. Şimdi arayacak.

Bütün elbiselerimi dolaptan çıkarttım. Ama hangisini giyineceğime karar veremiyorum. Sabahleyin gece kıyafetiyle karşısına çıkamam. Beyaz bir elbise.. yaşıma uymaz… Tüm bunlardan sonra, neden olmasın ?.. Beyaz nakışlı olan… Üzerime güzel oturuyor. Joergen'in şehirde bizi ziyaretinden beri giymedim bunu. Dolapta asılmaktan üzerinde hafif sarı bir iz oluşmuş ama o bunu asla fark etmez.

* * * * *

Bu gece –uyumalıyım—derin bir uyku çekmem lazım. Sabah kalkar, banyo yapar, uzun bir yürüyüşe çıkarım. Sonra gelir bahçede oturur, beyaz teknenin yanaşmasını beklerim.

* * * * *

Bir doz uyku ilacı almalıyım. Ama öyle ayarlamalıyım ki akşam 9’dan sabah 9’a kadar etkili olsun. Bahçıvan tekneyle açılır ve giyinmek için iki saatim olur.

Benim neyim var? Mutluluk ellerimin arasına gelmek üzere ve içimde bir sıkıntı var.

* * * * *

Jeanne biraz makyaj da yapmamı önerdi. Hayır! Joergen benim doğal halimi sever.

* * * * *

Beyaz işlemeli elbisemin içine giremediğim zaman, ağladığımı duyunca bana kim bilir nasıl gülecek! Benim hata. Bu aralar çok yemek yedim ve yeterince eksersiz yapmadım.

Başka bir beyaz elbisemi giyeceğim. Ama diğeri kadar üzerime tam oturmadığı için mutsuzum.

* * * * *

Tekneyi gördüm…

* * * * *

İKİ GÜN SONRA

Sabah treniyle geldi ve aynı akşam gitti. Evvelsi gün oluyor bunlar. Ve o günden beri uyumuyorum. Hiçbir şey düşünmedim. Düşünecek çok vaktim olacak.

Aynı akşam gitti. En azından gece boş kaldım.

Onun okumadığım mektubunu yaktım. İçinde yazılı bilmediğim ne olabilir ki? Bana bundan daha fazla nasıl bir acı çektirebilir ki?

Gerçekten acı çekiyor muyum? Acıyı artık kanıksamadım mı? Bir zamanlar soğuk ay, yanan güneş gibiydi; Ateşimle onu söndürdüm. Şimdi o soğuk ve ölü ; yansıması az ve yalan.

* * * * *

Gözlerindeki ilk bakış , her şeyi anlattı bana. Belki de beni tekrar incitmemek için gözlerini yere indirdi… Ve ben – korktum—onun yumuşak ve ilgili sözcüklerini kesmeden dinledim onu…

Fakat gözlerimiz ikinci defa birleştiğinde aramızdaki her şeyin bittiğini, ikimiz de biliyorduk.

Her hangi biri bize baksa aramızdaki “kanlı gözyaşlarını” okuyabilirdi. Evde geçirdiğimiz bir iki saat boyunca güldük de… “kanlı gülümsemeler”

Masada karşılıklı oturduğumuz zaman boyunca, birbirimizin ölüm döşeğinde yatağının baş ucunda oturuyor gibiydik. Jeanne, masadan ayrıldığında konuşmaya başlayabildik.

Yalnız kaldığımızda; “Kendimi azılı suçlular gibi hissediyorum,” dedi.

Herhangi bir suç işlememişti. Bir zamanlar beni sevmiş ama artık sevmiyordu. Hepsi bu.

Karin Michaëlis

Çeviri:Candan Selman

12 Kasım 2019 Salı

Vincent/ Tim Burton

Vincent/ Tim Burton
Çeviri: Candan Selman





Vincent Malloy yedi yaşında
Her zaman kibar ve aklı başında
Yaşına göre olgun ve düşünceli davranıyor
Ama kendini Vincent Price sanıyor. 



Dert etmez kız kardeşi, köpeği ve kedisiyle yaşamayı
Ama tercih eder evini örümcekler ve yarasalarla paylaşmayı.
Kendi yaşadığı korkuları yansıtır bu eve
Dolanır karanlık koridorlarda, yapayalnız ve acılar içinde.







Halası onu görmeye geldiğinde iyi davranır kadına
Ama müzesi için batırdığını hayal eder onu balmumuna.


Köpeği Abercrombie üstünde deneyler yapmayı sever
Onu korkunç bir zombiye dönüştürmeyi ümit eder.
Böylece o ve korkunç zombi köpeği
Kurbanlar aramaya çıkabilir, bölerek Londra’nın sisini



Düşünceleri sadece korkunç suçlar üzerine değildi
Zaman geçsin diye resim yapmayı ve okumayı da severdi.
Diğerleri severken okumayı çocukça bir senaryo
Vincent’ın en sevdiği yazar Edgar Allan Poe.







Bir gece korkunç bir hikâye okuyayım dedi biraz
Okuduğu bölüm yüzünden yüzü oldu bembeyaz.




Bu korkunç habere karşı kalbi attı heyecanlı
Karısı gömülmüştü canlı canlı.
Gerçekten öldü mü diye kazıp mezarına girdi
Mezar sandığı yer annesinin çiçek bahçesiydi.




Annesi Vincent’ı yolladı odasına
Hapsoldu kulesine, boyun eğdi alın yazısına.
Böyle geçecekti geri kalan hayatı, tutuklu ve ıssız
Güzel karısının tablosuyla yapayalnız.

Yalnızlık ve delilik içinde kapanmışken mezarına
Vincent’in annesi dayandı odanın kapısına.
“Eğer istiyorsan çık sokağa oyna
Dışarıda var güneşli bir hava”


Vincent ağzını açmayı denedi ama konuşamadı
Tek başına geçen yıllar demek ki ona pek yaramadı.
Aldı bir kağıt karaladı bir şeyler hal bu üzre
“Bu evin hayaletiyim ben, gidemem artık bir yere.”




Annesi lafa girdi hemen “hayalet falan değilsin, daha ölmedin bile
Tüm bu oynadığın oyunlar senin kafanın içinde.
Sen Vincent Price değil, Vincent Malloy’sun
Ne delisin ne divane sen küçücük bir çocuksun.
Daha yedi yaşındasın ve benim oğlumsun
Hadi çık dışarı oyna hala ne duruyorsun.”

Vincent yavaşça dayanırken duvara
Lafını dinletemeyen annesi indi aşağı kata
Oda başladı dalgalanmaya, sallanmaya, çatırdamaya
Korkunç deliliği ulaştı en son noktaya.

Gördü zombi kölesi Abercrombie’yi
Duydu mezardan yükselen karısının sesini
Tabutundan seslenerek verdi korkunç emirler
Duvarlar çatlarken, uzanırken iskelet eller.



Rüyalarına sızan hayatındaki tüm korkular
Delice kahkahalar, ürkütücü çığlıklar!
Kurtulmak için delilikten, kapıya doğru uzandı
Ama çok güçsüzdü yere kapaklandı.



Sesi bitkin ve yavaştı okurken bile
Edgar Allan Poe’nun Kuzgun şiirinden bir dize.
“Gölgeden çıkan ruhum
Yerde yatıyor boylu boyunca
Ayağa kaldırılabilir mi?
Asla…”



“Palyaço Söyledi Ben Yazdım”

  Pek çok kültürde eğlence figürü olarak kabul edilen palyaçolar, maskelerinin altına sakladığı yüzlerinden olsa gerek, komik oldukları kada...